Tüm Haberler

Haberler bizde…

İstanbul otellerine ABD övgüsü

Amerikan gezi dergisi “Conde Nast Traveler” İstanbul’u ve İstanbul’daki bazı otelleri, Avrupa turizm endüstrisinin en iyileri arasında gösterdi.

Conde Nast Traveler dergisinin kasım sayısında, “Okurların Seçimleri Ödülleri” sıralamasında İstanbul; Floransa, Roma ve Venedik’in ardından “en turistik 10 Avrupa şehri” arasında dördüncü oldu.

Yine derginin 2006’nın “En İyilerin de İyileri” otelleri sıralamasında İstanbul’daki Four Seasons Oteli ve Ritz-Carlton, on dokuzuncu ve yirmi beşinci sıralarda yer alırken, derginin “En İyi 75 Avrupa Oteli” sıralamasında Four Seasons beşinci, Ritz Carlton altıncı ve Çırağan Palace Kempinski de on yedinci oldu.

Ağustos 7, 2008 Posted by | Gezi | , , , , | Yorum bırakın

Stern’den Türkiye’ye ilgi

Almanya’nın önde gelen siyasi dergilerinden Stern, dünyanın hiçbir yerinde benzeri bulunmadığının altını çizdiği Kapadokya yöresini tanıttı.
”Ay’da mıyız?” başlığıyla verilen haberde, 2 Amerikalı kadın turistin Kapadokya’ya hayran kaldıkları ve Kathy adlı turistin ”Ay’da mıyız?” diye sorduğu belirtildi.

Kapadokya’dan çok sayıda fotoğrafa yer verilen haberde, Fransa Kralı 14. Luis adına Anadolu’yu gezen Paul Lucas adlı gezginin 1712 yılında yazdığı notlarında, Kapadokya gibi bir bölgeyi hayatında görmediğini ifade ettiği bildirildi.

Lucas’ın 2 yıl sonra bu yöreye bir kez daha gelerek, ”Burada 200 bin piramit var. Burası Kayseri mezarlığı mı, yoksa evrende bir benzeri bulunmayan emsalsiz bir şehir mi?” şeklinde not düştüğü kaydedildi.
Kapadokya’nın lav katmanlarından oluştuğunun anlatıldığı haberde, bu sayede eskiden yöredeki insanların da, düşmanlarından korunabilmek amacıyla toprağı kazarak toprak altına yerleşmelerinin kolay olduğu belirtildi.
Yörede Hititlerin, Asurluların, Firigyalıların, Lidyalıların, Perslerin, Romalıların, Arapların, Selçukluların, Moğolların ve Osmanlıların yanı sıra uzun süre Hıristiyanların da yaşadığına işaret edilen haberde, bir rahibin eski dönemlerde yöreyle ilgili olarak, ”İnsanın, Tanrı’nın Kapadokya’da oturduğuna inanası geliyor” şeklinde yazı yazdığı kaydedildi.

Ağustos 7, 2008 Posted by | Gezi | , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

İkinci ‘kayıp dünya’ bulundu

Bilim adamları, Endonezya’daki bir ormanda daha önce varlığı bilinmeyen onlarca kuş, kelebek, kurbağa ve bitki türüne evsahipliği yapan bir hazine bulmalarının ardından, Karayibler’de ikinci bir ”Kayıp Dünya” buldu.

Karayibler’deki dünyanın üçüncü büyük mercan adası Saba’da iki haftayı aşkın yapılan dalışlarda bilim adamları, şimdiye dek varlığı bilinmeyen bir denizaltı hazinesini gün ışığına çıkardı.
 
Amerikan Smithsonian Enstitüsü, Conservation İnternational adlı kuruluş ve Hollanda Antiller hükümetinde bilim adamlarının katılımıyla
yapılan araştırmalarda, şimdiye kadar varlığı bilinmeyen 150 yeni tür balık tespit edildi.
   
Buluşlarının önemine dikkati çeken bilim adamları,  biyoçeşitliliğin bu ”sıcak noktasının” petrol tankerlerinin tehdidi altında olduğunu vurguladı.

Endonezyalı, Amerikalı ve Avustralyalı bilim adamlarından oluşan bir ekip, kısa süre önce, Endonezya’nın Foja dağlarındaki ormanda buldukları yeni türler arasında, kuş türlerinin yanı sıra 20’den fazla
yeni kurbağa türü, 4 kelebek türü ve şimdiye kadar görülmemiş palmiyelerin de yer aldığı yeni bitki türleri yer alıyordu.  

Ağustos 7, 2008 Posted by | Gezi | , , , , , , , , | Yorum bırakın

Varlık içinde yokluk bölgesi

Diyarbakır’da ekonomik hayatın durgunluğu, şehrin her köşesinde hissediliyor.

Şimdi 44 yaşındaki Şeyhmus Akbaş’ın başkanlık sıfatı, çoğu başkanındakinden uzun. Şöyle: ‘Doğu, Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu Başkanı’ Ama bunun bir de kısaltılmış şekli var:

‘DOGÜNSİFED Başkanı’
Konularını iyi bildiği ve bunları içtenlikle dile getirdiği belli. Gelecekle ilgili görüşleri iyimser. Ama bugünkü durum için üzülüyor. Diyor ki:
“Biz burada varlık içinde yokluk çeken bir bölgedeyiz. Kaynaklarımız çok zengin. Ama bunları değerlendiremiyoruz.” Diyarbakır’ın ve etrafındaki bölgenin zenginliklerini anlatırken gözleri parlıyor:

“Bu bölgenin o kadar güzel bir alanı var ki… Bir tarafında Dicle akıyor, bir tarafında Fırat… Burası dünyanın ilk yerleşim alanı… Dünyada ilk sulu tarımın yapıldığı alan… Sulandığında dünyanın en verimli toprakları oluyor.”
Ama arkasından hayıflanarak devam ediyor.

“Ve biz böyle bir kaynağı, böyle bir imkanı yoksullaştırıyoruz. Bırakın, kaynaklarımızı harekete geçirelim diyoruz… Ama birileri geçirtmiyor işte…”
Kim o birileri?..

Şeyhmus Akbaş’ın o soruya cevabı şöyle:
“Buna ne derseniz deyin. İsterseniz PKK diyebilirsiniz, isterseniz devletin bazı güçleri diyebilirsiniz. İsterseniz bazı dış ülkelerdeki mihraklar diyebilirsiniz… Ama aslında, bütün bunların temelinde ‘ihmal’ var.”

“Düzce’ye yüzde 30 verirken, bize yüzde 50 vermeli”
Neler ihmal edilmiş?..
Akbaş’a göre ‘pek çok şey’ ihmal edilmiş. Ama en başta; kendi alanı olan ekonomiyle ilgili örnekler veriyor:
“Bakın, 20 yıl terörle mücadele dönemi geçirdik. Arkasından ateşkes ilan edildi. Ekonomik açıdan bir ‘fırsatlar dönemi’ başladı. Ama bunu gereği gibi kullanabildik mi?

Bakın, 1996’da, yani o fırsatlar dönemine girdiğimiz zaman Diyarbakır’ın ekonomik-sosyal alandaki gelişmişlik sırası 57’nci sıradaymış. Bu bugün düşmüş 63’üncü sıraya… Van’ın da, Şanlı Urfa’nın da, Bitlis’in de sıraları aynı şekilde düşmüş. Çünkü yeterli destek alamamışız. Örneğin ‘Teşvik’lerde biz, teşvik alan diğer illerle aynı düzeydeyiz. Mesela Düzce’yi ele alalım. Orası deprem geçirmiş, felaketler görmüş ama, biz 20 yıl süren bir deprem dönemi, bir felaket dönemi geçirmişiz… Göçlerden doğan ve hâlâ süren dengesizlikler yaşamışız… Buraya yatırımcının gelmesi kolay değil. Nitekim, son Teşvik Kanunu’yla sadece Düzce’ye 350 yatırım gitmiş. Bizim tüm bölgemiz için ise sadece 100 yatırım teşviki alınmış. Düzce için 350 nerede, tüm bölge için 100 nerede?

Gelmiyor adam buraya, eğer Düzce’yle eşit koşullarda teşvik alacaksa… Orası, tabii, daha avantajlı oluyor… İstanbul’a yakın. Otobanı var, her şeyi var. Düzce’de yatırım artsın, tabii, daha da artsın. Ama devlet olarak Düzce’ye yüzde 30 vereceksen, bize de yüzde 50 ver ki, burası yatırımlar için en azından bazı alanlarda daha avantajlı olsun…”


Doğalgaz yok, otoban yok… Yatırım gelmesi kolay değil.
Bölgenin eksiklerini sayarken şunlar üzerinde özellikle duruyor:
“Doğalgaz yok, otoban yok. Çevreyi birbirine bağlayan yol yok. Burada başka yerlerden daha fazla avantaj görmezse niçin buraya gelsin yatırımcı? Zaten buraya gelen herkes emanetçi gibi geliyor. Öğretmen de, bürokrat da… Hizmet süremi hemen bitirip döneyim diye geliyor. Buraya yatırım lazım, yatırım… İşsizlik diye bir sorun var. Burada her taraftan fazla… Yatırım olmazsa, durgunluk sürüp giderse, işsize nasıl iş bulunacak?..”


7 baraj var ama, ‘sulama’ya sıra gelmiyor.
Hele sulama işi… Şeyhmus Akbaş, barajların, elektrik işi dışında, sulama olanaklarının hâlâ gereği gibi kullanılmadığını vurguluyor:
“Dicle ve Fırat üzerinde 7’şer baraj var. Toplam 14 tane baraj var. Batman Barajı, Silvan daha yapılmadı. Atatürk, Kralkızı, Keban barajlarında elektrik üretimi var. İşin enerji bölümü tamam. İşin sulama kısmı ise eksik. Hâlâ tamamlanmamış. Oysa, söyledim, eğer sulanırsa, dünyanın en verimli toprakları buradaki topraklar…

O arada bir de serzenişte bulunuyor:
“Dışardan bakılınca biz, sanki Türkiye’nin batı kısmına yük oluyormuş gibi görünüyoruz. Halbuki sulamasından hâlâ faydalanamadığımız o barajlarda, ülkenin elektrik ihtiyacının dörtte biri üretiliyor. Petrole gelelim… Günde 60 bin varil ham petrol üretiliyor. Yani aslında üreten bir bölgeyiz… Eğer gerekenler yapılırsa, üretimimizi katlaya katlaya artırabilecek bir bölgeyiz.”
Şeyhmus Akbaş, Güneydoğu’daki son olayın temel nedeni olarak en başta ekonomik nedenleri gösteriyor. Ama onun yanında, demokratikleşme adımlarının sürdürülmesinde artık tereddüt edilmemesi gerektiğini söylüyor. Şöyle;

“Bu bölgenin en büyük sorunu terör, bunu nasıl önlersin? Ya silaha silahla karşılık verirsin… Onun sonuçları belli. Ya da, bölgedeki huzursuzluğun nedenlerini ortadan kaldırırsın. Sen ne istiyorsun kardeşim dersin?.. Yapabileceğini yaparsın… Şimdi, ekonomik, sosyal gelişmeler kaydedilebilirse, demokrasi alanı genişlerse, terör seni niye tehdit etsin? Burayı yap yatırım bölgesi… Bu iş için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok… Sihirli değneğe falan da gerek yok… İşsizler iş bulmaya başlasın korkmasın insanlar ‘O halk da benim insanlarım’ diye düşünün… Bunu yapabilirsek, bu mesajları verebilirsek inanın biz bu işi çözeceğiz…
Demokratikleşme alanında, son zamanlarda iyi gelişmeler oldu, olmadı değil. Ama bunu yarım bırakmayalım. Örneğin TV’de haftada dört saat yayın var. Biz bunu niçin on saate çıkarmayalım? Daha fazlaya çıkarmayalım?
Aksi halde Kürtçe yayınlar çanak antenle uyduyla izleniyor.


Roj tv niçin izleniyor?
Başka ülkelerden tv yayını denilince akla, Irak ve İran’dan yapılan yayınlarda geliyor. Tabii Danimarka’dan Roj TV yayınları da geliyor… O yayınlar ne ölçüde izleniyor.

Şeyhmus Akbaş’ın buna cevabı şöyle:
“Herkes izliyor. Haberleri art arda Türkçe, Arapça, Kürtçe olmak üzere veriyor. Sabah 09:00 da açılıyor. Bunu niçin örnek verdim? Çünkü bizim basın toplantımız oluyor. Tabii kim geliyor, kim gidiyor bilmiyorum. Ama öğreniyorum ki, bunlar herhangi bir şekilde Roj tv’ye gidiyor ve orda yayımlanıyor.

Arkadaşım arıyor, “Seni Roj tv’de izledim” diyor. “Sen Roj tv mi izliyorsun?” diyorum. Diyor ki: “Annem çok izlemek istiyor. Türkçeyi pek bilmiyor.
Evet Türkçeyi bilmiyor, bu bölgede yaşayanların bir kısmı. Ama bunda bizim günahımız ne? Bu iş ülkenin sorunudur. Ülke bunu çözmelidir. Bu, siyasi partiler üstü bir şeydir. Bu iş çözülürse insanlar birleşir.”
Evet, şimdiye kadar çözülmemiş tüm sorunların çözülebileceğine olan inanışını sürdürüyor Şeyhmus Akbaş. Diyor ki:

“Benim derdim ülkemdir. Ben ülkemi seviyorum. Ben bu ülkem için bu işin çözülmesini istiyorum. Hepimiz bu ülkenin içindeyiz. Herkes burada doğabilirdi. Burdakiler orada doğabilirdi. Ben de orada doğabilirdim. Sayın Başbakanımız burada doğabilirdi, bu sorun onun sorunu olabilirdi. Orada veya burada doğmakta, bizim günahımız yok ki…”

Bölgenin hayat damarlarından biri olan Dicle’nin bir köprü üstünden görünüşü… Dicle’nin Diyarbakırlıların yüzme öğrenimine de katkısı var.

Şeyhmus Akbaş, Bölge için ekonomiye öncelik veriyor. Ama demokrasi konusunun da önemini vurguluyor.

Altan Öymen

Radikal

Ağustos 4, 2008 Posted by | G.D. Anadolu | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Erkeklerin biyolojik saati

Erkeklere kötü haber! Uzmanlara göre, tıpkı kadınlarda olduğu gibi erkeklerin de biyolojik saati işliyor. Yani yaş ilerledikçe çocuk sahibi olma şansları azalıyor.
New York’taki Columbia Üniversitesi Erkek Üreme Merkezi’nde görevli Dr. Harry Fisch, “30 yasından sonra, erkeklerde her yıl testeston horcunu seviyesi yüzde 1 oranında azalıyor. Ne var ki erkekler için alarm zillerinin ne zaman çalmaya başladığını, yani bir erkeğin hangi yastan sonra sağlıklı çocuk dünyaya getirme sansının çok azaldığını belirlemek oldukça güç. Çünkü bu konuda her erkeğin kendine özgü bir biyolojik saati var” dedi. Fisch, baba olmayı planlayan erkeklerin bu nedenle bir an önce harekete gedmelerini önerdi.
50 yas dönüm, ancak…
Ancak bütün uzmanlar Dr. Fisch’le ayni görüsü paylaşmıyor. Amerikan Üreme Sağlığı Üroloji Birliği Konseyi Başkanı Dr. Larry Lipshulz’a göre erkeklerin çocuk sahibi olmak için acele etmelerine gerek yok: “Erkekler ancak 50 yasına geldiklerinde biyolojik saatleri alarm vermeye başlıyor. 50’sinden sonra erkeklerin sperm sayısında belirgin bir azalma oluyor, ancak klinik olarak bu, çocuk sahibi olamayacaklarını göstermiyor.”
Bu arada erkeklerin de bir biyolojik saatleri olduğuna dair tez, tümüyle yeni değil. İlk olarak, 1912 yılında Wilhelm Weinberg adındaki bir doktor, yaslı babaların çocuklarında akondropalzi adi verilen bir hastalığa sik rastlandığını tespit etmişti. Babaları yaslı çocukların, don sendromundan şizofreniye kadar 20’den fazla rahatsızlığa yakalanma riskleri artıyor. Haziran 2003’te yapılan ve Fertility and Sterility dergisinde yayımlanan bir araştırma da 45 yasini asan ereklerin kadınları hamile bırakma şanslarının 25 yasin altında erkeklerden beş kat daha az olduğunu gösterdi.

Ağustos 3, 2008 Posted by | Erkek Sağlığı | , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Mangal eti prostat ediyor

Araştırmacılar, mangalda olduğu gibi yüksek ateşte ızgara yapılan etlerde oluşan bir bileşimin, farelerde prostat kanserinin ilerlemesine yardımcı olduğunu öne sürdüler.

Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nden doktor Angelo De Marzo ve meslektaşları, yaptıkları açıklamada, ”PhIP” adlı bu bileşimin, etin çok yüksek ateşte kızartılması sırasında oluştuğunu bildirdiler.

Bu bileşimin, farelerdeki prostat kanserini hem başlattığı, hem de ilerlettiğinin üzerinde durulduğunu belirten De Marzo, farelerde pişmiş etin hazmedilmesiyle kanser arasında olası bir etkileşime rastladıklarını ifade etti.

De Marzo, etin pişirilmesi sırasında değişik miktarlarda ”PhIP” oluştuğu için insanlarda bu bileşimin ne kadarının hazmedildiğini söylemenin çok zor olduğunu belirtti.

De Marzo ve ekibinin 8 hafta süren araştırmalarında, farelere ”PhIP” karıştırılmış gıda verildi. Daha sonra farelerin prostatları, bağırsakları ve dalakları incelendi. Ekip, bu incelemenin sonunda, 4 haftadan sonra farelerin tüm organlarında genetik mutasyon olduğunu tespit ettiler.

Amerikan Kanser Araştırmaları Derneği’ne sunulan bu araştırmanın, et tüketimiyle yüksek prostat kanseri riski arasındaki bağlantının açıklanmasına yardımcı olabileceği belirtildi.

Bu araştırmanın ayrıca, kızartılırken kömürleşen etin kansere neden olabileceğine ilişkin diğer araştırmaları desteklediği kaydedildi.

Ağustos 3, 2008 Posted by | Erkek Sağlığı | , , , , , , | Yorum bırakın

Ayağı diyabetten koruyun

Acıbadem Diyabet Merkezi’nden Dr. Yaser Süleymanoğlu, diyabetli ayağa Türkiye’de gerekli önemin verilmediğini belirterek, “Padograf sistemiyle hastanın ayak basınç noktalarının erken safhadaki bozukluklarını tespit etmek mümkün. Bu sayede önlem alınabildiği için erken safhada ayak deformasyonları engellenebiliyor. Ayakta oluşabilecek en küçük bir enfeksiyon, hasta ayağındaki sinirlerin hasar görmesi yüzünden hissetmediği için yaraları kazımaya hatta kesmeye kadar gidebilecek boyutlara ulaşabilir. Tüm bunlar hastanın fiziksel aktivitesini engeller. O yüzden bu konuda erken tanı bizim için çok önemli. Çünkü fiziksel aktivite, şeker hastalığı tedavisinin neredeyse yüzde 80’ini oluşturan temel taşlarından biri” dedi.

Dr. Süleymanoğlu’na göre diyabetli hastalar, öncelikle ayaklarında oluşabilecek küçük sorunların büyük problemlere yol açabileceğini, ayaklarını yaralanmalara karşı titizlikle korumaları gerektiğini ve en ufak bir sorunda sağlık merkezlerine başvurmaları gerektiğini çok iyi bilmeli. Dr. Süleymanoğlu, “Özellikle diyabetli çocukları olan ailelerin erken yaşlarda meydana gelebilecek ayak sorunları nedeniyle dikkatli olmaları gereklidir. Amerika’da 1994 yılında diyabetli olan 67 bin hasta diyabetin neden olduğu ayak sorunları nedeniyle ayak parmaklarını, ayaklarını ve hatta bacaklarını kaybetmek zorunda kalmışlar. Sadece ayakların düzenli bakımı ve korunmasıyla bahsi geçen uzuv kayıpları yüzde 50’nin üzerinde bir oranla engellenebiliyor” dedi.

“Günlük ayak kontrolü: Diyabetli hastalar, ayaklarında belirgin problem olmasına rağmen ağrı hissetmeyebiliyor. Bu nedenle günlük olarak ciltte kesi, kızarıklık, şişlik ve tırnaklarda iltihap olup olmadığını kontrol etmeleri gerekiyor. Uzmanlar bu kontrollerin yatmadan önce ve her gün yapılmasını öneriyor.

Ayakların her gün yıkanması: Ayakların temiz ve kuru tutulması, ayak sağlığı için önemli bir yer tutuyor. Ayakların her gün çok sıcak olmayan ılık suyla yıkanması ve yıkama sonrasında iyice kurulanması şart. Parmak aralarının kuru kalmasını sağlamak için talk pudrası veya mısır nişastası kullanılması öneriliyor. Cildin yumuşak ve düzgün kalmasını sağlamak için kaliteli cilt losyonları veya yumuşatıcı baz kremler kullanılması gerekiyor.

Nasırların ve cilt sertliklerinin giderilmesi: Eğer diyabetli hasta ayaklarında nasır veya ciltte sertlikler saptamışsa, kendi tedavi etmeye kalkışmadan hemen bir hekime başvurması gerekiyor. Hasta, eğer hekim uygun görürse nasır ve sertliklerin giderilmesi amacıyla banyo veya duş sonrasında ponza taşı kullanabilir. Nasırların veya sertliklerin asla kesilmemesi gerekiyor.

Tırnakların bakımı: Tırnakların her hafta veya gerektiğinde düzenli olarak kesilmesi gerekiyor. Uzmanlar, tırnakların banyodan sonra, çok kısa olmamak kaydıyla düz bir hat boyunca kesilmesini öneriyor. Tırnakların törpüyle düzeltilmesinde de yarar var.

Ayakkabı ve çorap kullanımı: Hastanın mutlaka her zaman çorap ve ayakkabı giymesi gerekiyor. Ev içinde ve dışında asla çıplak ayakla dolaşmamak, yaralanma riskine karşı koruyucu bir önlem. Çıplak ayakla ayakkabı giyilmesinden de kaçınmak gerekiyor. Ayağa tam oturan, temiz ve dikişsiz, lastik kısmı ciltte iz bırakmayan çorapların tercih edilmesi gerekiyor. Kullanılacak ayakkabının ise giyildikten sonra belirgin boşluk bırakmayan, yumuşak derili, yüksek veya sivri topuklu olmayan, ayak parmaklarının rahat hareket etmesine izin verecek şekilde ön kısmı geniş olan ayakkabılardan seçilmesi gerekiyor. Diyabetli hastaların çok özel durumlar dışında terlik giymeleri ise yasak.

Ayakların sıcak veya soğuktan korunması: Diyabetli hastaların ayaklarında diğer insanlara göre daha kolay güneş yanıkları meydana gelebildiği için, yaz aylarında güneşlenilirken ayakların mutlaka örtülerek direkt güneş ışığından korunması gerekiyor. Kışın ise, ısıtıcılar ve açık ateşler ayaklar için tehlike oluşturabiliyor. Yağmurlu ve karlı havalarda, ayakların asla ıslak kalmamasına da özen göstermek gerekiyor.

Ayakların kan dolaşımı: Kan dolaşımını rahatlatılması için günde 2-3 kez, 5 dakika boyunca ayak parmaklarının ve ayak bileklerinin hareket ettirilmesi öneriliyor. Uzun süreli bacak bacak üzerine atılarak oturulması ise oldukça sakıncalı. Sıkı çoraplardan ve özellikle kadınlar için tayt, jartiyer gibi bacakları sıkan giysilerden kaçınılması gerekiyor. Sigara ise, ayakların kan akımını azalttığı için kesinlikle içilmemesi gerekiyor.

Egzersiz ve fiziksel aktivite: Yürüme, yüzme ve bisiklete binme diyabetli hastaların ayakları için en uygun egzersizler olarak kabul ediliyor. Koşma ve atlama gibi ayakları zorlayan egzersizlerden ise kaçınmak gerekiyor. Egzersiz sırasında uygun spor ayakkabılar giyilmesi, yürüyüş için beton ve sert zeminler yerine toprak ve çim gibi yumuşak zeminlerin tercih edilmesi de diyabetli ayakların korunmasında oldukça önemli.”

Kaynak: http://www.myne.com

Ağustos 1, 2008 Posted by | Diğer | , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Türkiye’de gizli erozyon tehdidi

İklim değişiklikleri tüm dünyayı tehdit ederken, Türkiye de kendi payına düşeni fazlasıyla alıyor. Türkiye topraklarının, yüzde 90’ı erozyon tehdidi altında. Yani Türkiye, her bir saniyede iki kamyon toprağını kaybediyor.

Erozyonun zararı 42 milyar dolar

Afrika’nın yüzde 73’ü, Asya’da 1.4 milyon hektar alan, Kuzey Amerika’nın yüzde 74’ü, AB ülkelerinin bazılarıyla birlikte toplam 110 ülkeyi tehdit eden erozyon ve çölleşmenin yıllık verdiği zarar yaklaşık 42 milyar dolara ulaşıyor.

Ağustos 1, 2008 Posted by | Diğer | , , , , , | Yorum bırakın

Bu tablo 87,9 milyon dolar

Avusturyalı ressam Gustav Klimt’in, “Adele Bloch-Bauer II’nin Portresi” adlı tablosu, 87,9 milyon dolara alıcı buldu.
Christie’s müzayede evinden yapılan açıklamada, dün gece yapılan satışlardan yarım milyar dolara yakın gelir elde edildiği belirtilerek, Fransız ressam Paul Gauguin’in “Baltalı Adam” tablosunun da 22,4 milyon dolara alıcı bulduğu kaydedildi.

Açıklamada, müzayedeye sunulan 4 Klimt tablosunun toplam 192 milyon dolara satıldığı, bu tabloların, Nazi döneminde koleksiyonuna el koyulan Bloch-Bauer ailesinin mirasçıları tarafından geri alınan 5 tablodan dördü olduğu ifade edildi.

Aynı koleksiyonda yer alan “Adele Bloch-Bauer I’in Portresi” adlı tablo, haziran ayında Amerikalı milyarder Ron Lauder’e 135 milyon dolara satılmıştı.

Ağustos 1, 2008 Posted by | Diğer | , , | Yorum bırakın

Dik oturmak sırta zarar

İskoçya’da yapılan bir araştırmada, dimdik oturmanın kronik sırt ağrısına neden olduğu belirlenirken, doktorlar, omurgaya daha az baskı yapan geriye kaykılarak oturma pozisyonunun önerdiler.

Chicago’da yapılan Kuzey Amerika Radyoloji Vakfı yıllık toplantılarında sunulan araştırmayı yapan hekimlerden Dr Waseem Amir Bashir, gövdenin kalçalara göre 135 derecelik açıyla duracak şekilde oturmanın, 90 derecelik oturma açısına kıyasla en iyi biyomekanik oturma şekli olduğunu belirtti.

Ağustos 1, 2008 Posted by | Diğer | , , , | Yorum bırakın