Tüm Haberler

Haberler bizde…

Ünlülerin tatil önerileri

Ünlülerin gezi önerilerinin toplandığı ”Nereye gitmeli?” adlı kitapta, tatile çıkacaklara farklı alternatifler sunuluyor. Gazeteci-yazar Melih Uslu’nun 7 yıl boyunca 25 bin 587 kilometre yol kat ederek yaptığı 150 röportaj arasından seçtiği, 60 ünlünün 360 seyahat önerisinin yer aldığı kitap, tatile çıkacaklara yol gösteriyor.

Sinema ve ses sanatçısı, müzisyen, tiyatro oyuncusu, arkeolog ve gezgine kadar birçok ünlünün gezi önerilerinin yer aldığı kitap, tatili nerede geçireceğine henüz karar veremeyenlere ışık tutuyor. Sanatçı Hülya Avşar, Türkiye’de tatil yapmaktan en çok keyif aldığı ve kendini en iyi hissettiği yerin Ayvalık olduğunu, denize girmekten hoşlandığı yerin ise Ayvalık’a bağlı Küçükköy beldesindeki dünyaca ünlü Sarımsaklı Plajı olduğunu belirtiyor.

Yazar Orhan Pamuk, faytonları, nal ve çıngırak sesleriyle ünlü Heybeliada’nın ruhunu dinlendirmek isteyenler için en ideal tatil yeri olduğunu, özellikle tatilini sonbahara bırakanların mutlaka burayı tercih etmesi gerektiğini ifade ediyor. Pamuk’un, bir başka tatil önerisini ise doğu illerinden Kars oluşturuyor.

Müzisyen Mercan Dede, ”doğanın sesi dışında başka hiçbir sesi duymak zorunda kalmayacağınız bir tatil adresi” dediği Kapadokya’yı öneriyor. Dede, Kapadokya’da hem fiziksel hem de ruhsa enerji depolanabileceğini belirtiyor. Gazeteci Ayşe Arman’ın Avrupa’daki tatilinde favorisini Prag ve Roma oluşturuyor. Peru, Arjantin, Nepal, Küba, Maldivler, Tanzanya ve Alaska da Arman’ın tatil adresleri arasında yer alıyor. Oyuncu Berna Laçin, Antalya’nın batısındaki Çıralı yakınındaki Olimpos’un Türkiye’nin en güzel kumsalı olduğunu savunuyor.

Laçin’in yurt dışı tatil önerisinde İtalya ve Londra yer alıyor. Tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen’in tatil seçeneğinde ”Orayı tanımadan İstanbul’u tanımış olmazsınız” dediği doğum yeri Fatih, yine tiyatro sanatçısı Gülriz Sururi’nin tatil seçeneğinde ise liste başını Bodrum ve Datça alıyor. Gazeteci Stelyo Berberakis Yunan Adaları, şair Küçük İskender Beyoğlu, Cihangir, Amsterdam, araştırmacı-yazar Sunay Akın ”dünyanın en lezzetli mezeleri orada” dediği, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadığı mozaik kenti Antakya’yı öneriyor.

UZMAN BAKIŞ

Kitabın ”uzman bakış” bölümünde ise ünlü gezginler, arkeologlar ve dağcıların gezi önerilerine yer veriliyor. Buna göre, profesyonel dağcı Nasuh Mahruki’ye göre, Türkiye’nin doğusunun özel bir yeri var. Ağrı Dağı, Adıyaman, Şanlıurfa, Midyat, Van ve Tunceli, gezilip görülmesi gereken yerler arasında bulunuyor. Gezgin, yazar ve otel işletmecisi Sevan Nişanyan, 30 yıldır seyahat eden bir kişi olduğunu belirterek, tatilcilere Şirince, Selçuk, Efes ve Didim’i öneriyor.

İRAN DA VAR

Gazeteci-yazar ve profesyonel turizm rehberi Özcan Yurdalan, yurt dışı tatil düşünenlere ”Aşkın ve şiirin ülkesi” dediği İran’ı öneriyor. Yurdalan’a göre, İran’ı görülmeye değer kılan, yeryüzündeki tüm kültürleri hızla tek tipleştiren kürselleşme sürecine rağmen özgün karakterini korumaya direnmesi oluşturuyor. Yurdalan’a göre, İran, kadın turistler için sanıldığından çok daha güvenli. Çünkü kentli kadınlar, gecenin geç saatlerine kadar sokaklarda gezebiliyor. Fransız gezgin Claire Goubert ise tatilcilere dünyada gezilecek yer olarak Mısır, Tunus, Cezayir, Fas, Senegal, Karayip Adaları, Türkiye’de ise Efes, Bodrum, Gökova, Datça, Marmaris, Dalyan, Fethiye ve Göcek’i öneriyor.

Ağustos 8, 2008 Posted by | Gezi | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Hatayspor’da dört transfer

İkinci Futbol Ligi (B) Kategorisi takımlarından Hatayspor, 4 futbolcu ile sözleşme imzalandı. Kulüp başkanı Necdet Bök, imza töreninde yaptığı konuşmada, Hatayspor’un yeni sezonda arzuladığı hedefe ulaşabilmesi için
kadrolarını güçlendirdiklerini, akılcı transferler yaptıklarına
inandığını söyledi.

Tarsus İdmanyurdu’ndan kalecisi Candan, Siirtspor’dan Osman, Antakyaspor’dan Mustafa Güleryüz ve Hüseyin Kala’yı kadrolarına dahil
ettiklerini ifade eden Bök, ”Candan ve Osman ile birer yıllık, Mustafa Güleryüz ve Hüseyin Kala ile de 3’er yıllık sözleme imzaladık. Transferde ince eleyip sık dokuduk” diye konuştu. Hatayspor tesislerinde gerçekleşen imza töreninde, yönetim kurulu üyeleri de hazır bulundu.

Ağustos 6, 2008 Posted by | G.D. Anadolu | , , , , | Yorum bırakın

Gaziantep ‘Afrodit’i bekliyor

Gaziantep’in Nizip ilçesi yakınlarında bulunan Zeugma Antik Kenti’nden, Gaziantep Halk Evi tarafından çıkartılıp 1931 yılında Adana Arkeoloji Müzesi’ne teslim edilen Afrodit Genetriks heykelinin Gaziantep’e getirilmesine çalışılıyor.

O dönemde Gaziantep’te müze olmadığı için Adana Arkeoloji Müzesi’ne teslim edilen 1 metre 21 santimetre yüksekliğindeki mermer Afrodit heykeli, milattan sonra 2. yüzyılda yapılmış Roma dönemine ait bir eser.

Üzerinde şeffaf bir giysiyle ayakta duran, sağ eliyle belinden sarkan giysi tomarını tutan ve dirsekten kırık olan sol elinde ise elma olduğu belirtilen aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit heykelinin, Gaziantep Arkeoloji Müzesi içinde bulunan ”Aafrodit evinde” sergilenmesi için milletvekili ve sivil toplum kuruluşlarının girişimleri sürüyor.

Gaziantep Turizm Derneği Başkanı Sıtkı Severoğlu, Gaziantep’ten Türkiye’nin ve dünyanın pek çok yerine götürülmüş arkeolojik eserler olduğunu belirtti. Severoğlu, şunları kaydetti:

”Bunların bazıları yasal, bir kısmı yasal olmayan yollardan götürülmüş eserler. Bunların, Gaziantep’e getirilmesi lazım. Derneğimizin yaptığı araştırmaya göre, ilimizden giden İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde 15, Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde 54, Almanya’da Berlin Müzesi’nde 6, Adana Müzesi’nde 3, Antakya Müzesi’nde 2 tane eser var. Bunları toplasanız bir müze yapar.”

”KIZIMIZI EVİNE İSTİYORUZ”

1930 yılında Gaziantep’te müze olmadığı için Adana Müzesi’ne teslim edilen 2 heykel ve 4 mezar stelinin bir süre önce Gaziantep Mozaik Müzesi’ne getirildiğini hatırlatan Severoğlu, şimdi de 1931 yılında aynı müzeye teslim edilen Afrodit Genetriks heykelinin ve fıstık tutan çocuk kabartmasının getirilmesi için çalıştıklarını söyledi.

Sıtkı Severoğlu, eserlerin çıkarıldıkları yerlerde sergilenmesi gerektiğini ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Gaziantep için çok değerli olan 2 eserimiz Afrodit heykeli ve fıstık tutan çocuk kabartması halen Adana Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bunların gelmesi konusunda AK Parti Gaziantep
Milletvekilimiz Fatma Şahin ve bizim girişimimiz sürüyor. Fıstık tutan çocuk kabartması, Gaziantep ile birlikte anılan fıstıktan dolayı çok önemli. Elinde fıstık salkımı tutmasıyla, Gaziantep çevresinde 2 bin yıl önce Roma döneminde fıstık yetiştirildiğini belgeliyor. Bu eser, Gaziantep Müzesi’nde teşhir edilirse fıstık üreticisi ve fıstık ticareti yapan esnafın sembolü olacaktır.

Afrodit heykelinin buraya gelmesi çok önemli. Çünkü, Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde Afrodit Evi var. Heykelin oraya konmasını istiyoruz. Kızımızı evine istiyoruz.” Severoğlu, bu eserlerin Gaziantep’te sergilenmesinin, kentin
kültürel mirasına sahip çıkılması, ulusal ve uluslararası platformda daha iyi tanıtılması açısından önemli olduğunu vurguladı. Gaziantep Arkeoloji Müzesi Müdür Vekili Mehmet Önal da Zeugma Antik Kenti’nde 2000 yılında yapılan kazıda bulunan Afrodit Evi’nde taban mozaikleri ve duvar freskleri olduğunu, burada Afrodit’in doğuşunun resmedildiğini söyledi. Önal, Adana Arkeoloji Müzesi’ne 1930’lu yıllarda teslim edilen 30’un üzerinde eser olduğunu bildirdi.

Ağustos 3, 2008 Posted by | G.D. Anadolu | , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Eczacılardan alacak resti

Hatay Eczacı Odası Başkanı Mehmet Gönenç, yeşil kart uygulaması nedeniyle devletin eczanelere olan borcunun giderek arttığını ve bu borcun bir an önce kapatılması gerektiğini söyledi.

Gönenç, yönetim kurulu üyeleriyle birlikte Antakya Gazeteciler Cemiyeti’nde düzenlediği basın toplantısında, 1 Ocak 2005 tarihinde yapılan yasa değişikliğiyle yeşil kartlı hastaların ilaçlarını serbest eczanelerden almaya başladığını ifade ederek, “Uygulamada ikinci yıla yaklaştığımız bugünlerde, Türkiye’de yaşamsal önemi olan kaliteli sağlık hizmetinde ilaca ulaşım adil ve eşit biçimde gerçekleşmeye başlamıştır. Uygulamayla, 11 milyon vatandaşımız daha eczacılık ve ilaç hizmetlerine erişimi kolaylaşmıştır. 2007 yılından itibaren de yeşil kartlı vatandaşlarımızın sosyal güvenlik kurumlarıyla birlikte tek çatı altında birleşerek sağlık karnesine sahip olmasını, temel sağlık hizmetlerinin kalitesi ve devamlılığı açısından memnuniyetle karşılıyoruz. Ancak unutulmaması gerekir ki sağlık hizmetinin önemli bir argümanı olan ilaç hizmetinin sürdürülebilirliği, geri ödemelerin düzenli bir biçimde yapılmasına bağlıdır. Bugün önemli bir sağlık hizmeti veren eczacılar, verdikleri ilaçların bedellerini aylarca alamamaktadır. Türkiye’deki eczanelerin devletten toplam alacağı 350 milyon YTL’yi bulmaktadır. Sadece Hatay genelinde bulunan 345 eczanenin 9 milyon YTL alacağı vardır. Yapılması gereken ödemeler gecikmiştir. Böyle devam ederse hizmeti sürdürmemiz mümkün değildir. Tüm eczacılar için bıçağın kemiğe dayandığı bu dönemde, alacaklarımızın acil bir şekilde kapatılması artık zorunluluk haline gelmiştir” dedi.

Temmuz 29, 2008 Posted by | Diğer | , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Doğa insanlığı zengin ediyor

Doğanın, yeryüzündeki ekolojik denge içinde kendi kendine yaptığı ”ayrıştırma, arıtma, depolama ve temizleme” gibi ekolojik olayların yıllık bedeli 35 trilyon doları buluyor.

ODTÜ Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Kuş Araştırmaları Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Can Bilgin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, insanlığın, doğanın verdiği bu hizmeti kendi başına gerçekleştirmesinin imkansız olduğunu söyledi. Ekolojik hizmetin, işlevini örneklerle anlatan Bilgin, doğaya bırakılan herhangi bir atığın, ”çürüme” denilen fonksiyonla ortadan kaldırıldığını, bu olayı mikropların gerçekleştirdiğini söyledi. Arıtma mühendisliğinin temel işlevinin, bu mikropların yaşabilecekleri yapıları oluşturabilmek olduğuna işaret eden Bilgin, arıtma tesislerinde de bu mikropların başrolde olduğunu anlattı. Sulak alanların kenarında bulunan sazlıkların da ayrıştırma işlevi yaptığını anlatan Bilgin, sazlıkların, çevreden sulak alana ulaşan azotu bünyelerine alarak ayrıştırdığını, fazla azotu atmosfere saldığını ifade etti. Sulak alanların temel işlevlerinden bir diğerinin ise ”sel kontrolü” olduğunu ifade eden Bilgin, şöyle devam etti:

”Mesela, Antakya’da son 10 yılda en az iki kere ölümcül sonuçlar yaratan sel oldu. En önemli nedenlerden bir tanesi Amik Gölü’nün kurutularak ortadan kaldırılması. Amik Gölü, tam anlamıyla tampon görevi yapıyordu. Fazla su geldiği zaman doğrudan Antakya’ya akmıyor, gölde depolama yapılıyor, yavaşlıyordu. Oysa, gölün kurutulmasının ardından çevreden gelen su direkt Antakya’ya inebiliyor. Yine mikroklimayla ilgili problemler de yaşanıyor. Örneğin, Avlan Gölü, etrafındaki elma üreticilerine daha fazla alan açılması için kurutuldu. Ancak sonra anlaşıldı ki oradaki elmaların lezzetini gölden yükselen ve bahçelerin üzerine yağan bir çiğ sağlıyor. Üretici, şimdi orada yeniden göl oluşturulması için çabalıyor.”

Bilgin, sulak alanların bir diğer işlevinin ise ”yeraltı suyu depolaması” olduğuna işaret ederek, dünyada yeraltı suyu rezervlerinin giderek azaldığına dikkati çekti. Sulak alanların kurutulması sonucu yeraltı sularının depolanmadan direkt yer katmanlarına aktığını ve orada kaybolduğunu anlatan Bilgin, ”Anadolu’da eskiden 20 metreden su çıkıyordu. Şimdi 100 metreye kadar kazılıyor yine de su zor bulunuyor” diye konuştu.

AVCI BÖCEKLER
İnsanoğlunun, uygarlığını, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmiş formları üzerine kurduğunu belirten Bilgin, bitkilerde meydana gelen birçok rahatsızlığın, bunların hala doğada bulunan ataları incelenerek giderildiğini anlattı. Laboratuar ortamlarında üretilen ”biyolojik böceklere” de değinen Bilgin, Çevre ve Orman Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında üretilen, bitki örtüsüne zarar veren böcekleri yiyerek üremelerini engelleyen, ”Calosoma” adlı böceğin, Kızılcahamam ormanında doğaya bırakıldığını anımsattı. Bakanlığın, bu yönde birçok uygulaması olduğunu ifade eden Bilgin, Doğu Karadeniz’deki ladin ormanlarında da benzer bir çalışmanın gerçekleştirildiğini anlattı.

Bilgin, uğur böceklerinin de yaprak zararlılarının yok edilmesinde kullanıldığını söyledi. Böceklerin, tarımda da kullanıldığını ifade eden Bilgin, ”Tozlaşma denilen olayda böcekler kullanıyor. Seralarda ‘arı domatesleri’ de bu yöntemle üretiliyor. Seradaki arılar burada tozlaşmayı sağlıyor ve domateslerin çoğalmasına katkıda bulunuyor” dedi. Doğanın ekolojik denge içinde kendi kendine yaptığı ”ayrıştırma, arıtma, depolama ve temizleme” olaylarının insanlığa yıllık 35 trilyon dolar kazandırdığını vurgulayan Bilgin, ”İnsanoğlu, doğanın verdiği ekolojik hizmetin büyüklüğünün farkında değil. Yaşanabilir bir dünya için bu ekolojik hizmetlere çok ihtiyacımız var” dedi.

Temmuz 27, 2008 Posted by | Diğer | , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Da Vinci’nin Anadolu şifresi

Da Vinci Şifresi kitabı ve filmiyle gündeme oturan Leonardo da Vinci bir Ortadoğulu kölenin oğlu çıktı. Hayatının bir kısmını Anadolu’da geçirmiş Da Vinci, 1482 Erzincan depremini görmüş olabilir mi? Memlükler için mühendis olarak çalıştığı iddiası ne kadar doğru?


Hepimizi aldatmış!” diye bağırıyordu Langdon. “Bizi, hepimizi ve bizim üzerimizden bütün dünyayı aldatmış!”

Sophie Neveu başını Codex Atlanticus’a gömmüş Langdon’u seyrediyordu. “Kim?” diyebildi.

“Dan Brown! Başka kim olabilir? Benim, senin, bizim seçilmemiz tesadüf değildi. Bir simgebilim profesörü ve bir kriptolog! Tabii ki anlattığı her şeye inanacaktık. Dinlerinden memnun olmayan, ‘hakikat bir yerlerde gizleniyor olmalı’ diyen milyonlar da bizi takip edecekti.”

“Neler söylüyorsun sen?” diye direndi Sophie. “Ne demek aldatmış? Kutsal Kâse yalan mıydı diyorsun? Son Akşam Yemeği tablosundaki işaretler, Mona Lisa’nın anlattığı sırlar, Sion Tarikatı… Yalan mıydı bunlar?”

Robert Langdon “Nasıl oldu da bu oyuna geldik” dercesine başını salladı. “Leonardo solaktı Sophie… Solaktı ve Ortadoğulu bir kölenin çocuğuydu. Bu her şeyi açıklıyor. Geri kalan her şey Dan Brown’ın sivri zekasının ürünüydü.”

“Ama ya Sofia! Eskinin hikmeti! Kripteksteki şifreler? Her şey o kadar güzel oturmuştu ki üst üste. Hem Leonardo’nun solaklığı neyi açıklar? Sion Tarikatı’nın lideri değildi, solaktı… Ne demek bu?”

“Her şeyi açıklayacağım Sophie. Leonardo eskinin hikmetine hiç de prim vermediğini yazmış not defterine. Onun aradığı hikmetle inancın buluşmasıydı. Sofia değil, Hagia Sofia; kutsal hikmet yani. Leonardo Avrupa’nın felsefesi ile Doğu’nun dinini buluşturmaya çalışıyordu. Sembolik olarak bunu yapacak bir köprü de planlamıştı; İstanbul’da… Asya’yla Avrupa’yı birleştirecek ilk Boğaz Köprüsü’nü. Codex’te Memlüklerin Suriye Devâdâr’ına gönderdiği mektuplar da var. Codex’i yayınlayan Profesör Richter Leonardo’nun Anadolu’da Müslüman olduğunu bile iddia ediyor. Anlıyor musun? Dan Brown muhteşem bir hikaye uydurmuş. Bizi de, Leonardo’yu da kullanmış.”

“Ama neden?” diye direndi Sophie. “Sadece daha çok satan bir kitap için mi?”

“Hayır” dedi Langdon. “Umberto Eco’yu tanıyor musun?”

“Kitaplarını okudum. Şu Gülün Adı ve… Ve Foucoult Sarkacı.”

“Dan Brown bu iki kitabın intikamını alıyordu. Farkındaysan azılı bir kafir olan Eco o iki kitapta Mabed Şövalyelerini ve onlarla irtibatlı olan bütün bir Masonik kültürü yerin dibine geçiriyordu. Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi’ni Masonların siparişiyle yazdığını da duymuşsundur. Gül Kardeşliği kendisini temize çıkarmak için bizi, Leonardo’yu, Mecdelli Meryem’i, Hazreti İsa’yı, kısacası herkesi kullanmış. Eco’nun sunduğu resme ne kadar da uyuyor bu tavır.”

“Bir dakika,” dedi Sophie. “Baştan alalım. Ta şu Ortadoğulu anne faslından…”



Leonardo da Vinci 1452 yılında Ser Piero adında bir Floransa vatandaşının oğlu olarak dünyaya geldi. Doğuştan talihsiz bir çocuktu Leonardo. Annesi babasıyla evli değildi. Doğumunun üzerinden kısa bir süre geçtiğinde evlendiler, fakat birbirleriyle değil, farklı insanlarla. Beş yaşına geldiğinde Leonardo, anne Katerina’nın evinden biyolojik babasının yanına taşındı. Bir okula kaydolabilmesi için şarttı bu.

ANNESİ KÖYLÜ DEĞİL KÖLEYDİ

Dünya tarihinin ilk psikoanalitik biyografisini Leonardo da Vinci hakkında yazan Sigmund Freud bu erken çocukluk tecrübesinin hem yıkıcı hem de dâhi kılıcı etkisine değinir. Freud’un bildiği kadarıyla Leonardo’nun öz annesi Floransalı bir köy kızıydı. Annesinden ayrılmak ve babasının daha sonra yapacağı iki evlilikten doğan onbir kardeşin dışlayıcı bakışları altında yaşamak Leonardo’yu yalnızlığa itmişti. Gayr-i meşru olduğu için çocukluğunu doyasıya yaşayamamış ve Peter Pan Kompleksi geliştirmişti. Yani ömrü boyunca hep çocuk kalmıştı. Muhteşem bir zeka, beş yaşlarında kalmış bir his dünyasıyla birleştiğinde ortaya savaş makinelerini oyuncak olarak kurgulayan, hayal gücü alabildiğine engin, fakat hiçbir işi bitiremeyen bir kişilik çıkmıştı. Tabii Freud’un analizinden bekleneceği üzere bu, Oedipus Kompleksli, eserlerinde çizdiği kadınlara ilgi duyan, ama aynı zamanda homoseksüel bir kişilikti…

Da Vinci dehasının ortaya çıkışında çocukluk günlerinin etkisi üzerine yapılan bütün çalışmalar anne Katerina’yı görmezden gelir. Biraz da bir köylü kızı olmasındandı bu. Oysa gerçek adının ne olduğu bilinmeyen Katerina, Floransalı bir köylü değildi. 2002 yılında İtalya’daki Museo Ideale eski ustanın annesinin Ortadoğu’dan getirilmiş bir köle olduğunu kanıtlayan belgelere ulaştığını açıkladı. Müze yöneticisi A. Vezzosi’nin anlattığına göre Leonardo’nun doğduğu dönemde Floransa’da köleler cariye olarak da kullanılabiliyordu. Ser Piero birlikte olduğu kölesi bir çocuk sahibi olduğunda onu yanında çalışan işçilerden birisiyle evlendirmişti.

Bu Ortadoğulu annenin Leonardo’nun kişiliği üzerinde ne kadar etkisi olduğu bilinmiyor. Syracusa Üniversitesi’nden din psikolojisi uzmanı Dr. Hasan Kaplan, Leonardo’nun hayatı boyunca devam ettirdiği sağdan sola yazma huyunu annesinden edinmiş olabileceğini düşünüyor. Kaplan’a göre gençlik döneminde yaşadığı üzücü olaylar üzerine Floransa’dan kaçmaya karar veren Leonardo gideceği yeri seçerken annesinden dinlemiş olduğu çocukluk hikâyelerini de hatırlamış olabilir. Nitekim annesini hayatının son yıllarında yanına alan Leonardo’nun Ortadoğu’ya olan ilgisinin yeniden kabardığı biliniyor.

Mona Lisa tablosu üzerine bir kitap yazan Profesör Donald Sassoon, Museo Ideale’nin bulduğu belgelerin Leonardo’nun kişiliği hakkında pek çok ipucu verdiğini kabul ediyor. Ancak Sassoon’a göre Leonardo’nun Ortadoğu ile ilgilenmesi için ille de ‘Köle Katerina’nın oğlu olması gerekmiyor. Katerina’nın hangi Ortadoğu ülkesinden geldiği bilinmemekle birlikte uzmanlar bu ismin özellikle Hıristiyanlaştırılmış Yahudi kölelerine verildiğini kaydediyor.

Psikoanalizin gençlik dönemi vurgulu Eric Erickson ekolünden yetişmiş olan Dr. Hasan Kaplan, sadece çocukluk hatıralarına yoğunlaşmanın yanıltıcı olacağı kanaatinde. Leonardo’yu çocukluğa hapseden gelişmenin 1476 yılında maruz kaldığı homoseksüellik iftirası olduğunu düşünüyor. Leonardo sonunda aklanıyor. Ama bu tecrübe hayatının seyrini değiştiriyor.

HAYATI DEĞİŞTİREN İFTİRA

“Bu tecrübe Leonardo’da iki etki yapmış olmalı” diyor Dr. Kaplan; “Bir taraftan esaslı bir kişilik krizi, diğer taraftan kaçış arayışı…” Kaplan, sözü Da Vinci’nin hayatının iki yılını Anadolu’da geçirdiği yönündeki iddialara getiriyor. Bu iddiaların sağlam mesnede dayanmadığını o da kabul ediyor, ama iftiranın sebep olduğu kaçış arayışı, Ortadoğu asıllı bir anne, Floransa’da babası dahil kimsenin kendisine sahip çıkmaması, ve tabii bu krizin insan kimliğinin oturmasında çok kritik olan bir yaşta gerçekleşmiş olması resmi tamamlıyor.

Dr. Kaplan bu iftiranın Leonardo’nun hayatını altüst ettiğine dair yeterince delil bulunduğu kanaatinde. Prof. Jean Paul Richter’in derlediği Da Vinci’nin Not Defteri’nde Leonardo’nun amcasına ve arkadaşlarına mektuplar yazdığını ve bu utançtan kurtulmak için danıştığı biliniyor. Bu mektuplara ne cevap aldığını tahmin etmek güç değil: ‘Git buralardan!’

Kaplan’a göre Leonardo iftiraya konu olan yerden de, sanattan da uzaklaşmaya çalışmış olmalı. O dönemde Floransa dışında bir iş bulabilmek için kendisini savaş mühendisi, heykeltıraş ve mucit olarak tanımlayan iş başvuruları yapıyor. Bu başvurularda onu asıl meşhur eden ressamlığına ise sadece bir kelimeyle değiniyor. Kaplan bu tavrın, iftiranın stüdyo ortamıyla ilişkili olmasından kaynaklandığını düşünüyor. Nitekim Da Vinci 1478 ve 80 yıllarında aldığı çok önemli iki işi bitirmeden ortadan kayboluyor.

Da Vinci’nin biyografi yazarları onun 1482 ile 1486 yılları arasında nerede olduğu hakkında net bir delilin olmadığında ittifak ediyorlar. Leonardo’nun Milanolu Dük Ludovico il Moro’nun hizmetine girdiği ve bunun için daha 1482 yılında yazışmalar yaptığı biliniyor. Ancak 1486’ya kadar Milano’ya yerleştiğini gösteren bir belge yok.

KİMLİK DAĞILMASI

Leonardo’nun söz konusu iftira üzerine yaşadığı sürece Eric Erickson ‘kimlik dağılması’ adını veriyor. Dr. Kaplan, bu sürecin ‘her işle uğraşan ama hiçbir işi tamamlayamayan ve yer değiştiren bir kişilik’ ortaya çıkaracağını söylüyor. Kaplan’ın modern dönemden yaptığı örnekleme şarkıcı Michael Jackson.

“O da bir dâhi ve onun da Peter Pan Kompleksi var. Yani büyüyememiş. Ve iftiraya uğruyor. Mahkeme kendisini temize çıkarsa da Jackson gibiler, Leonardo gibiler duramazlar orada. Mesela Jackson Dubai’ye kaçıyor.” şeklinde konuşan Kaplan, bu tür coğrafî hareketlilikleri fikrî ve ideolojik kaymaların da takip edeceğini söylüyor. Yani Leonardo’nun Floransa’yla birlikte Hıristiyanlıktan da kaçmış olması muhtemel. Dr. Kaplan, Richter’in Leonardo’nun Müslüman olduğu yönündeki tezine pek yakın durmuyor. Ama Hıristiyanlık dışı bir çizgiye kaymış olma ihtimalini yüksek görüyor: “Belki Nusayrilerle karşılaştı Anadolu’da. Belki Yahudilerle. Belki birden fazla dinî gelenekten aldığı fikirlerle bir anti-Hıristiyan çizgi oluşturdu.”

Dr. Kaplan bu sorulara verilecek çoğu cevabın spekülasyon olacağını kabul ediyor. Ancak en azından Dan Brown’dan daha avantajlı durumda olduğumuzu düşünüyor: “Ortada açık bir kimlik dağılması var. Floransalı dâhi ressam hiçbir zaman inşa edilmeyen mabed planları çiziyor, hiç su doldurulmayan havuzlar, hiç bronza veya mermere dökülmeyen heykeller planlıyor. Dünyanın en meşhur ressamlarından biri ama sadece 12 tane tablosu var. Bunların da bir kısmı bitmemiş, bir kısmını da başkaları bitirmiş. Bu adamın kaçmamış olması mümkün değil. Tek sorun nereye kaçmış olduğunu belirlemek. Bunu da Richter’in derlemesindeki mektuplardan öğreniyoruz. ‘Suriye Devâdârına’ diye başlayan mektuplardan…”

Da Vinci’nin hayatının en çok vakit alan ve neredeyse hiç terk etmediği tek uğraşısı not defteri tutmasıydı. Büyük çoğunluğu sağdan sola yazıldığı için yeniden basılma ihtiyacı duyulan not defterlerinin üçte iki kaybolmuş. Yine de bugün 7 bin sayfayı aşkın bir ‘codex’ var. Bunların içinden ilk esaslı derlemeyi yapan Richter, Da Vinci’nin Suriye Devâdâr’ına yazdığı mektuplar üzerine yüz yıldan uzun sürecek bir tartışma başlatmış.

Bu mektuplarda Leonardo da Vinci Suriye’de önemli bir mevki işgal eden Devâdârlık makamına kendisine verilen işin neden yolunda gitmediğini, Memlüklerin kuzey sınırlarında giriştiği çalışmalar için Kalindra kasabasının uygun olduğunu, ancak sınırların en kuzeyinde yaşanan bir felaketin söz konusu işi geciktirdiğini, bu felaketin de etraflı bir raporunu hazırlamak istediğini anlatmaktadır. Hayli bozuk bir İtalyanca kullanan Da Vinci bir de askerî sebeplerin dayattığı gizliliği esas alınca mektupların anlaşılması bir hayli zorlaşmış. Dahası müsveddelerde o dönemin Anadolu’su ile alakalı yanlış bazı gözlemler ve hatalı mekân isimleri de bulunuyor.

MEKTUPLARDAKİ İPUÇLARI

Bu sebeple Richter ve birkaç Ermeni araştırmacı dışında Da Vinci uzmanları bu mektupları bir ‘fantastik çizgi roman’ projesinin parçaları olarak görmüş. Fakat mektuplar üzerinde yapılan derinlemesine bir çalışma Da Vinci’nin İslam toprakları ve kültürüne olan ilgisinin oldukça erken bir yaşta başladığını gösteriyor. Ayrıca açıklanması zor bazı ifadeler içerseler de bu mektupları tümden hayal ürünü olarak görmek Da Vinci’nin karanlık yıllarının nerede geçtiğini anlamamıza yaramıyor.

Paul Richter öncelikle mektupların ‘kurgu roman’ tarzında olmadığının altını çiziyor. Da Vinci bu mektuplarda en uygun kelimeyi bulabilmek için sürekli düzeltmeler yapmış. Richter, Da Vinci’nin Giuliano de Medici gibi devlet adamlarına yazarken de aynı şeyi yaptığına dikkat çekiyor. Dahası Da Vinci sıklıkla yaptığı üzere metnin yanına söz konusu edilen olayların geçtiği bölgenin resimlerini yapmış. Richter bu resimlerin bahsedilen mekânlarla örtüşmesini de Da Vinci’nin Anadolu’ya gelerek iki yılını burada geçirdiğinin delili olarak gösteriyor.

Da Vinci’nin mektupların yazıldığı ‘devâdârlık’ makamını tanıması da ilginç. Bu makam sadece Memlüklerde bu isimle anılıyor. Selçukluların Davetdâr (Sultanın divitini tutan görevli) adını verdikleri makam zamanla önem kazanmış. Memlüklerin son dönemlerinde devâdârlar sultanın vekilliği görevini dahi üstlenmişler. Mektubunda Suriye Devâdârını ‘Yüce Babil Sultanının naibi’ ifadesi ile selamlaması Leonardo’nun bu çağdaş bilgiye de sahip olduğunu gösteriyor. İlginç olan devâdârların elçilerin karşılanması ve yabancı devlet erkânı ile ilişkileri takipten de sorumlu olmaları. Dolayısıyla Da Vinci Memlük sultanının hizmetine girecekse bunu gerçekten de bir devâdârın takip etmesi gerekiyor.

Tarihler Da Vinci’nin söz konusu mektupları yazdığı yıllarda Suriye Devâdârlığını aslen Memlük ordularının başkomutanı olan Emir Özbek’in yürüttüğünü kaydediyor. Bu sıralarda Memlük tahtında da meşhur Sultan Kaitbey oturuyor. Kaitbey döneminde Memlüklerle İtalyan kolonilerinin ilişkilerinin çok iyi olduğu ve pek çok Floransalının Suriye’nin sahil kentlerine yerleştikleri biliniyor. Memlük sultanının askerî amaçlı mühendislik faaliyetlerinde Avrupalı mühendislerden istifade ettiği de tarihin kayıtları arasında.

Leonardo mektuplarında bulunduğu mekânlardan İrminiyye (Ermenistan) diye bahsettiği için bu belgeler öncelikli olarak Ermeni akademisyenlerin ilgisini çekmiş. 1968’de Viken Khechoomian, yayınladığı ‘Leonardo da Vinci Ermenistan’da’ başlıklı makalesinde Da Vinci’nin bir müddet Anadolu’da bulunduğu tezini destekliyor. Khechoomian, Floransalı mühendisin Memlük topraklarına ilgi duymasını hem Da Vinci açısından, hem de Memlük askerî yetkilileri açısından makul görüyor.

Khechoomian, Leonardo da Vinci’nin Memlüklerin hizmetine Floransa’dan kaçarak değil, bizzat Milano dükü tarafından görevlendirilerek veya Suriye Devâdârı tarafından çağrılarak geldiğini düşünüyor. Çünkü Osmanlı 1480’de Otranto şehrini ele geçirmiş ve fakat bu kuşatmanın başarısız olması üzerine Fatih Sultan Mehmet doğuya yönelme kararı almıştı. 1475 yılı itibarıyla Osmanlılar Karaman’ı ele geçirmişti zaten. Kilikya’nın limanlarına kadar inmişler, fakat Otranto seferi sırasında geri çekilmişlerdi. Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de Memlükler üzerine harekete geçtiği bir sefer sırasında ölmesi Kaitbey’e biraz nefes aldırmıştı. Ancak Kahire Sultan Bayezid’e karşı Cem Sultan’a destek vererek Osmanlı’nın müsamahasını tüketmişti. Temmuz 1482’de Cem Sultan Rodos’a kaçtığında Memlükler Osmanlı”yla baş başa kalmışlardı. Memlükler Osmanlı’nın geri geleceğini biliyordu. Gedik Ahmet Paşa’nın bir önceki gelişinde Torosları ne kadar kolay geçtiğini de görmüşlerdi. Bu defa geçişi zorlaştırmak gerekiyordu.

Kaitbey 1477 yılında üst düzey askerleriyle birlikte bir Doğu Anadolu gezisi yapmış, bu çerçevede Antakya’dan Erzincan’a kadar varan hat üzerinde Torosların güney yamaçlarını gözden geçirerek muhtemel Osmanlı sızmalarına karşı alınması gereken tedbirleri belirlemişti. Leonardo da Vinci muhtemelen başka bazı Avrupalı mühendislerle birlikte işte bu atmosferde Anadolu’ya çağrılmıştı. Bu çağrı İtalyanlar için de önemli bir fırsattı. Osmanlı’nın İtalya’ya yeniden saldırmasını önlemenin yolu Anadolu’da meşgul edilmesiydi. Bu sebeple İtalyanlar Akkoyunlular ve Memlüklerle işbirliğine girişmişler, bu ülkelere silah yardımında dahi bulunmuşlardı. MEKTUPLARDA BAHSİ GEÇEN YERLER

Da Vinci’nin mektuplarından ve siyasi konjonktürden anlaşılacağı üzere temel vazifesi Toros sıradağlarının Osmanlı ordularınca aşılmasını zorlaştıracak kaleler ve savunma sistemleri kurmaktı. Bu bölgede eskiden Kilikya Krallığı bulunuyordu. Bu bölgeye Memlükler İrminiyye diyorlardı. Da Vinci de mektubunda Kilikya ve İrminiyye ifadelerini kullanmıştı.

Da Vinci’nin Anadolu’da bulunduğu dönemde görev alanının güneyde Akdeniz sahillerinden kuzeyde Erzincan’a kadar ulaştığı anlaşılıyor. Öncelikli olarak meşhur Kilikya Kapısı’nı koruma altına almak zorunda olan Da Vinci’nin Konya’yı Bulgar Dağları’nı aşarak Tarsus’a bağlayan bölgede gezindiği görülmektedir.

Da Vinci’nin Torosların güney yamaçlarında gezerken Kalindra adında bir kasabayı görevi için uygun bulduğundan bahsetmesi ilginçtir. Richter ve sonraki çoğu araştırmacı Kalindra’nın Anamur yakınlarındaki Gülnar kasabası olduğunu kaydetmişti. Da Vinci bu kasabanın zenginliğinden bahseder. Kasaba halkı 1260’larda Orta Asya’dan göçerek buraya yerleşmiş Türkmenlerdir. Gülnar 1461 tarihinde Gedik Ahmet Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmışsa da Osmanlı’nın Torosların güneyini boşaltmasından sonra yeniden Memlüklerin nüfuz alanına dönüşmüştür.

Da Vinci’nin güney sahillerinde Antalya’ya kadar gezdiği ve Sultan Dağı’nı uzaktan seyrettiği anlaşılıyor. ‘Kalindra’dan batıya doğru devam ettikçe görülen ve ihtişamını ortaya koyan dağ’ diye bahsettiği Sultan Dağı olsa gerektir.

Da Vinci’nin mektuplarında Orta Toros sıradağlarına Kafkas Dağı denildiğini duyunca kafasının karıştığı anlaşılmaktadır. 19. yüzyılın sonlarında Anadolu’yu gezen İngiliz harita bilimci Charles Wilson, Da Vinci’nin Anadolu’ya geldiği iddiasını kabullenmemekle birlikte Orta Toroslara ‘Kavkas’ denilmiş olabileceğini kaydeder. Wilson’a göre Orta Torosların yamaçlarındaki Göksun platosunun adı antik dillerde Kavkas’dır. Da Vinci’nin çizdiği haritada Orta Torosların hemen yanındaki Erciyes’i de işaretlemesi Göksun yakınlarından geçtiğini gösteriyor.

ERZİNCAN DEPREMİNİ GÖRDÜ MÜ?

Da Vinci’nin Devâdâr’a yazdığı mektup müsveddelerinden en ilginci ‘Kuzey sınırlarında gerçekleşen büyük bir deprem’le alakalı olanıdır. Bu depremden sadece bahsedilmemiş, Da Vinci depremin sebepleri ve sonuçları üzerine etraflı bir rapor hazırlamaya girişmiştir. Viken Khechoomian, Leonardo’nun depremle alakalı anlattıklarından ve kullandığı ‘Doğu Ermenistan’ın alçak kısımlarındaki sel…’ ifadesinden Erzincan’da bulunmuş olacağını tahmin ediyor.

Kandilli Rasathanesi kayıtlarına göre 21 Aralık 1482’de Erzincan ve Erzurum yöresinde 9 şiddetinde bir deprem gerçekleşmiştir. Doğu Anadolu’da takip eden onlarca yıl boyunca büyük ölçekli bir depremin olmaması Da Vinci’nin bu tarihte Erzincan’da olması ihtimalini güçlendiriyor. Da Vinci’nin kar, yağmur ve fırtına ile birlikte depremden bahsetmesini bu durum daha anlamlı kılıyor. Kandilli kaynaklarında ölü sayısı hakkında bir bilgi olmamakla birlikte Ermeni tarihçisi Hovhannes Daraanghetzi bu depremde 30 bin insanın öldüğünü kaydediyor.

Erzincan depremi Da Vinci’nin not defteri içinde özel bir yere sahip. Da Vinci Suriye Devâdârına yazdığı mektuplar ve Anadolu’daki görevi hakkında kimseye bilgi vermemekle birlikte bir arkadaşına gönderdiği mektupta ‘kuzeyde yaşanan bir deprem ve bir sel felaketine’ şahit olduğunu kaydeder. Da Vinci’nin mektupta kullandığı ‘o güne kadar düşmanımız olan komşularımız bize erzak tedarik ettiler’ ifadesi de manidardır. Bu ‘düşman komşular’ın civardaki Türkmen, Tatar veya Kürt aşiretleri olma ihtimali yüksektir.

Da Vinci’nin bu deprem felaketinden oldukça etkilendiği açıktır. Felaket sahnesi zihnine kazınmış, daha sonra çizdiği pek çok tabloda Da Vinci bu tabloyu zemin olarak kullanmıştır. Mona Lisa’nın mesaj yüklü olduğu iddia edilen arka fonu muhtemelen Erzincan’da gördüğü deprem, çığ, suların yükselmesi ve insanların kaçışması sahnesidir. Leonardo’nun bu tecrübesini bilmeyen veya kabullenmeyen sanat eleştirmenleri uzun yıllar Mona Lisa’nın arka planı hakkında teoriler geliştirmeye çalışmış, bunu yaparken psikoanalizden Floransa doğasına karşı düşmanca bir bakışın gerçeği büktüğüne kadar zorlama açıklamalara başvurmuşlardır.

Da Vinci’nin kafası ve sanat gözü deprem sahnesinden etkilenmekle birlikte kalbi de nasipsiz kalmamıştır. Devâdâr’a göndermek üzere hazırlayacağı raporun bir taslağı şeklinde yazdığı başlıklar Da Vinci’nin imanını sorguladığını ve ‘yeni bir peygamber’den bahsettiğini göstermektedir. Jean Paul Richter, Da Vinci’nin bahsettiği yeni peygamberin Hazreti Muhammed Aleyhisselam olduğunu, dolayısıyla Leonardo’nun bir şekilde İslam inancını benimsemiş olabileceğini iddia eder.

MÜSLÜMAN MI, YAHUDİ Mİ, YOKSA AMADEAN MI?

Paul Richter, Da Vinci’nin ‘deprem raporu’nun bölümlerine ‘hamdele ve imanın tasdiki’ bölümüyle başlamasını ve daha sonra bu yıkımdan haber veren bir peygamberden bahseden bir bölüm öngörmesini onun Müslüman olmayı seçtiğinin emaresi olarak zikrediyor. Richter daha ileriye gidip bu peygamberin depremle alakalı verdiği haberlerden kastın Kur’an’daki Zilzal Suresi olduğunu da iddia ediyor. Çoğu araştırmacı Richter’in bu açıklamasını Da Vinci’nin kendisinin ifadeleriyle karıştırıp Floransalı ressamın Kur’an’a atıfta bulunduğunu kaydetse de bu yanlıştır. Da Vinci sadece ‘yeni bir peygamberin çıkışını ve bu felaketten bahsedişini’ zikreder ki muhtemelen civar halktan duyduğu kıyamet alameti hadisler bu durumu daha iyi açıklar. Fırat’ın suyunun kesilmesi ve doğudan çıkacak bir ateş hakkındaki hadisler Da Vinci’nin anlattığı deprem ve felaket manzaralarını daha bir andırır.

Dr. Hasan Kaplan, Da Vinci’nin Müslüman olması ihtimalini zayıf görmekle birlikte Floransa’dan kaçmış, Hıristiyanlığın kendisine dayattığı hayat tarzından nefret eden bir gencin sadece mekânda değil, imanda da alternatifler aramış olabileceğini söylüyor. “Bu anlamda ben Toroslarda tanımış olabileceği Nusayrilerden etkilenmesinin daha kuvvetli bir ihtimal olduğunu düşünüyorum.” diyen Kaplan’ı, Charles Wilson’un 19. yüzyıl sonlarına kadar Toros ve Fırat havzasında Nusayri kolonilerinin bulunduğu yönündeki raporu doğruluyor. Batınî bir mezhep olan ve İslam, Musevilik, Hıristiyanlık ve Sabiilikten etkilenmiş olan Nusayriler kurucuları İbn Nusayr’ı yeni bir peygamber olarak görüyorlar. Fırat Nehri üzerine pek çok kehanetleri olan İbn Nusayr ilginç bir şekilde Hazreti Yahya’nın Hazreti İsa için yaptığını İmamiyye’nin onbirinci imamı Hasan el-Askeri için yaptığını ve onun ‘müjdecisi’ olduğunu ilan etmiştir. Bu anlamda Hıristiyanlığın peygamberlik algılayışında Hazreti Yahya’nın doldurduğu yeri İbn Nusayr doldurur.

Dr. Kaplan, Da Vinci’nin tablolarında görülen ve Hazreti Yahya’nın sembolü olduğu iddia edilen, göğü gösteren şehadet parmağının da Müslümanlardan veya Nusayrilerden öğrenilmiş olabileceğini düşünüyor. Nusayrilerin şarap ve üzüm asmalarını yüceltmeleri ile insan ve insan vücuduna verdikleri önemle Da Vinci’nin şarap, üzüm ve insan uzuvları üzerine yaptığı çizimler de üst üste oturuyor. Kaplan’ın söyledikleri insanın aklında ‘Acaba hiç haç işareti taşımayan Yahya, Nasranilerin (Hıristiyan) değil de Nusayrilerin Yahya’sı mıydı sorusunu getiriyor.

BELKİ DE YAHUDİYDİ, HEM DE KABALACI

Buna karşılık Da Vinci’nin Yahya vurgusunun aslında bir Yahudilik vurgusu olduğunu iddia edenler de az değil. İtalyan din adamı Don Franco Botempi’ye göre Da Vinci’nin annesi olan köle kadın Ortadoğulu değil Rus asıllı bir Yahudi idi. Bu sebeple daha erken yaşlarda Hıristiyan dogmasına karşı bir mesafe koymuştu. Onun Hıristiyanlığı da Eski Ahit merkezli bir Hıristiyanlıktı. Don Franco’ya göre Da Vinci bu inanç kaymasını ancak sanatının arka planlarında ifade edebiliyordu. Zira engizisyon hâlâ hayatın yadsınamaz bir gerçeğiydi. Don Franco daha en erken resimlerinde geleneksel Hıristiyan sanatının haç, çarmıha gerilme, kan gibi figürlerinden uzaklaşan Da Vinci’nin Yahudilikle ilişkisinin sadece annesinden kaynaklanmadığını da biliyor. Don Franco’ya göre, Floransalı ressam mühendisimizin Sultan Bayezid’e gönderdiği mektup da Yahudilerle olan irtibatını ispatlıyordu. Çünkü bir Avrupalının İslam ülkelerinde bağlantılar edinebilmesinin tek yolu Yahudilerdi.

Dan Franco’ya göre Da Vinci Hıristiyanlıktan tümden kopmamış, bunun yerine Aryan mezhebinin 15. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkan bir koluna intisap etmişti. Bu ‘neo-aryan mezhep 1476’da Yeni Apocalips adlı eseri kaleme alan Amadeo Mendez tarafından kurulmuştu. Yahudilikten Hıristiyanlığa dönmüş bir ailenin çocuğu olan Amadeo Fransiskenlerin içinde Amadeanlar adıyla bilinen bir tarikat kurmuştu. Zamanla Papa’nın yardımcılığına kadar yükselmiş olan Mendez Apocalypse Nova’da kendisine vahyedildiğini iddia etmişti. Bu da onu bir tür ‘yeni peygamber’ yapıyordu.

Amadeo Mendez asla Hıristiyanlıktan çıkmamıştı. Ancak yoğun bir Vaftizci Yahya Peygamber vurgusu vardı. Kitabının ikinci bölümü tamamen Hazreti Yahya’nın sözlerine dayanmıştı. Böylelikle Hazreti Yahya İsa Mesih’i müjdeleyen sıradan bir ‘haberci peygamber’ olmaktan çıkıyor ve Hazreti İsa’ya denk bir peygamber rolü üstleniyordu. Mendez çarmıha gerilmeyi de tamamen reddediyordu. Don Franco, Da Vinci’nin 1482’den itibaren sürekli artan bir Yahya vurgusu gösterdiğini kaydeder. 1482 de Da Vinci’nin Amadeo Mendez ile tanışmış olması muhtemeldir. Kendisiyle görüşmemiş dahi olsa Da Vinci’nin Apocalypse Nova’yı 1482’den önce okumuş olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır.

Dan Franco, Da Vinci’nin Floransa’da Kabalistlerle de tanışmış olduğuna kesin gözüyle bakar. İtalya’nın Ortaçağ Kabalacılığının önemli merkezlerinden biri olduğu ve 15. yüzyılda Kıyametin kopmak üzere olduğu yönündeki Kabala propagandalarının zirve noktalara ulaştığı düşünülürse bu tanışıklığın anlamı daha iyi kavranır. Don Franco Mona Lisa’nın arka planındaki sahnenin tam anlamıyla Kabalistik bir ‘doğru yol – yanlış yol’ ikilemini resmettiğini iddia etmiştir.

HAYATI VE SANATI DEĞİŞTİ

Da Vinci’nin kaderinin 1482 yılında döndüğü yönünde hemen hemen ittifak vardır. 1998’de, Leonardo da Vinci: Bir Dahinin Kökenleri adlı kitabı yazan David Alan Brown 1482 öncesinde başarısız ve aklı havada bir ressam çırağı olarak gördüğü Da Vinci’nin bu yıldan sonra yepyeni bir insan olarak ortaya çıktığını söylüyor. Bu dönüşümü Mendez’in kitabı mı sağlamıştı? Yoksa Anadolu’da geçirdiği iki yıl ve Erzincan’da gördüğü asrın depremi mi?

Bunları hiçbir zaman net olarak bilemeyeceğiz. Ancak bu tarihten sonra Da Vinci’nin hayatında görülen değişimin sadece Yahyacı bir çizgiye kaymak olmadığının altını çizmek gerek. Gördüğü doğa olaylarını açıklamaya çalışma huyu olan Da Vinci, Prof. Eugen Oberhummer’ın kaydettiğine göre Milano yılları ve takip eden ‘göçebelik’ yıllarında erozyon, deprem, sel ve suların yükselip alçalması üzerine bir dizi teori geliştirmiş. Depremlerin suyun yerin iç kısımlarına çekilmesi ile birlikte artan sıcaklıkla buharlaşması ve yerkürenin içinde bu buharın oluşturduğu basınç sonucunda ortaya çıktığını iddia etmiş mesela.

Sadece bu gözlem bile Leonardo’nun Erzincan depremini yaşamış olma ihtimalini dikkate almayı gerektiriyor. Ancak Floransalı ressamın Anadolu’da iki yılını geçirdiğine inanmak çözdüğünden daha fazla problem oluşturuyor. Böylesi bir maceradan neden sadece bu birkaç mektupta bahsettiğinin açıklaması Richter’in veya 1892’de Leonardo da Vinci: Sanatçı ve Bilimadamı adlı bir kitap yazan Sorborne profesörü Gabriel Seailles Leonardo’nun iddia ettiği gibi başarısız bir girişimin unutulması arzusu olabilir. Fakat bu durumda da Da Vinci’nin Anadolu’da verdiği yer isimlerinin incelenmesi, hatta 1482-86 yıllarında Memlüklerin kuzey sınırlarında yapılan kale ve diğer savunma sistemlerinde Da Vinci izinin bulunup bulunmadığının araştırılması gerekiyor. Tabii bir gün Memlük arşivlerinde Suriye Devâdâr’ına gönderilmiş mektupların asılları ve tam bir rapor metni bulunabilirse bu Da Vinci uzmanlığının çehresini değiştiren bir gelişme olurdu.

Bütün bu zorluklardan kaçmak da çözüm değil. Da Vinci’nin hayali bir ‘macera çizgi romanı’ yazma girişiminden bahseden karşıt görüşünden Leonardo realizmi ile böylesi bir romantizmi birleştirmeyi başarabilmeleri gerekiyor. Ve tabii Leonardo’nun karanlık yıllarını nerede geçirdiğini de açıklayabilmeleri.

Dr. Hasan Kaplan bu kadar büyük iddiaların kendisini aşacağını düşünüyor. Ama özellikle Leonardo’nun kişilik kriziyle Anadolu macerasını birleştiren bir kitabın hazırlıklarını tamamlama aşamasında olduğunun da müjdesini veriyor.

DA VINCI”NİN SURİYE DEVÂDÂRINA YAZDIĞI MEKTUPLAR

1- Yüce Babil Sultanı’nın Vekili Suriye Devâdârına,

Sadece sizi değil bütün bir dünyayı dehşete düşüreceğine emin olduğum kuzey bölgelerimizdeki bu yeni felaket, önce etkisini sonra da sebeplerini sunacak şekilde gerektiği üzere anlatılacaktır.

2- Kendimi, beni buraya gönderme sebebin olan görevi gerektiği üzere sevgi ve dikkatle yapmak üzere İrminiyye’nin bu bölgesinde bulduğumda, bana amacımız için en uygun bir yer görünen ve sınırlarımıza yakın bulunan Kalindrafy kentine girdim. Bu şehir Toros sıradağlarının Fırat’tan ayrıldığınızda Büyük Toros Dağı’nı batınızda göreceğiniz bölgede dağların eteğinde bulunur. Bu tepeler öylesine yüksektir ki adeta göğe dokunurlar ve dünyanın hiçbir yerinde bunun zirvesinden daha yüksek bir yer yoktur. Öyle ki gündoğumundan dört saat önce güneşin ışık huzmeleri bu dağın doğu yamacına düşer ve bembeyaz taştan olan bu dağın tepesi öylesine görkemli bir şekilde parlar ki buralı Ermeniler için gece karanlığının ortasında parlak bir ay ışığının yapacağı işi görür. O muazzam yüksekliği sayesinde bu zirve noktası bulutların seviyesini dikine bir uzaklıkla dört mil aşar. Bu zirve noktası Batıya doğru pek çok yerde güneşin batımından sonra gecenin son üçte birinde aydınlanmış görülür. İşte bu seninle bir sakin gecede şeklini değiştiren, bazen ikiye veya üçe ayrılmış, bazen uzun ve bazen kısa gördüğümüz ve bir kuyrukluyıldız sandığımız şeydir. Böyle görülmesinin sebebi güneşle dağ arasında kalan ve güneş ışığı huzmelerinin bir kısmının dağlara ulaşmasına engel olan bulutların farklı aralıklarla yayılmış olmasıdır. Bu sebeple parıltının şekli değişir durur.

3-KİTABIN BÖLÜMLERİ

Hamdele ve imanın tasdiki

Sona doğru gelen ani su baskını

Şehrin harab oluşu

İnsanların ölümü ve me’yusiyetleri

Vaizin aranması, feragati ve hayırseverliği

Dağın çöküşünün sebebinin tasviri

Sebep olduğu ziyan

Çığ düşümü

Peygamberin çıkışı

Onun verdiği haber

Doğu İrminiyye’nin aşağı kısımlarının sel atlında kalışı, ve Toros Dağları üzerindeki açıklığın suyun çekilmesi üzerindeki etkisi

Yeni Peygamber bu yıkımı haber verdiği gibi nasıl gerçekleşeceğini de gösterdi

Toros Dağlarının ve Fırat Nehri’nin tasviri

Dağın tepesinin parlama ve güneşin batışından sonra gecenin yarısıyla son üçte biri arasında Batıdaki halklara ve gün ağarmadan önce Doğudaki halklara neden bir kuyrukluyıldız gibi göründüğü

Bu kuyrukluyıldızın neden kah yuvarlak, kah uzun, kah ikiye veya üçe bölünmüş ve kah tek parça olarak farklı şekillerde göründüğü ve bir daha ne zaman görüneceği


4-TOROSLARIN ŞEKLİ HAKKINDA

Ey Devâdâr, azarlamalarının ima ettiği gibi bir atıllıkla suçlanmamalıydım. Bana tevcih ettiğiniz menfaatlerin de kaynaklığını yapan şahsıma karşı aşkın sevginiz aynı zamanda beni böylesine muazzam ve dehşetengiz bir etkisi olan olayın sebeplerini araştırırken her türlü özen ve dikkati göstermeye zorluyor. Tabii bu da zaman gerektiren bir iş. İmdi, böylesine büyük bir etkinin sebeplerini her yönüyle anlatıp sizi mutmain edebilmek için öncelikle bölgenin yapısını anlatmalı, daha sonra yaptığı etkiye geçmeliyim ki bunun sizi tamamen tatmin edeceğine inanıyorum.


5-Ey Devâdâr, lütfen acil taleplerinize zamanında cevap verememiş olmamdan dolayı gazaplanmayın. Çünkü benden talep ettiğiniz şeyler biraz zaman geçmeden doğruca ifade edilemeyecek doğadaki şeylerdir. Özellikle de böylesine büyük bir etkinin açıklanabilmesi için bölgenin doğasını ihtimamla anlatmam gerekiyor ki bu sayede sizin bahsi geçen talebinize mutmain bir cevap verebileyim.


Anadolu’nun yapısı veya sınırlarını oluşturan denizlerin ve karaların ve boyutlarının tasvirini atlayacağım. Çünkü senin ihtimam ve dikkatinle bu türlü meseleleri kendi çalışmalarında ihmal etmemiş olduğunu biliyorum. Ben doğrudan Toros Dağlarının bu muazzam ve yıkıcı mucizenin temel sebebi olan ve bizim hedefimize ulaşmamıza hizmet edecek olan yapısına geçeceğim.

6-Öncelikle şedit ve azgın rüzgarların saldırısına maruz kaldık. Sonra buna bütün bir vadiyi doldurarak şehrin büyük bir kısmını yok eden dağ gibi çığların düşüşü takip etti. Bu da yetmedi, bora ani bir sel getirdi üzerimize ve şehrin aşağı kısımları sular altında kaldı. Sonra birden yağmur yağmaya başladı ve kum, çamur, taşlar ve onlara bulanmış ağaç köklerini önüne katan bir sele dönüştü. Her şey havalanmış ve üzerimize düşüyordu. Sonunda büyük bir yangın başladı. Bu öyle rüzgarın taşıdığı bir yangın değildi, sanki onbinlerce şeytan getirmişti onu ve mahallelerimizden geri kalan ne varsa yakıp yok etti… Şimdi bütün işlerimizi bırakmış olarak bazı eski kiliselerin yıkıntılarına sığınmış durumdayız, tıpkı keçi sürüleri gibi… Bugüne kadar düşmanlarımız olan komşularımız merhamete gelerek erzak getirdiler bize. Eğer bu yardımlar da olmasaydı hepimiz açlıktan ölecektik…

MONA LİSA EFSANESİ

Dünyanın en meşhur portresi olduğu şüphe götürmeyen Mona Lisa tablosu bu ününü kendi ihtişamından dolayı değil, onu tasvir eden metinlerin ihtişamından dolayı kazandı. Leonardo da Vinci binlerce sayfalık notlarında bu tablodan hiç bahsetmemişti. Yapıldığı dönemde o kadar sönük kalmıştı ki sanat tarihçileri tablodaki kadının gerçekte kim olduğunu kaydetme ihtiyacı dahi hissetmemişti. İlk defa Vasari’nin 1550 yılında yazdığı Da Vinci biyografisinde ise tabloya methiyeler düzülmüştü. Vasari tablodan daha ziyade tablodaki kadınla ve Leonardo’nun kadının bu yüzündeki ilginç gülüşü dört yıl boyunca nasıl tuttuğu ile ilgilenmişti. Tablodaki kadının kimliğinin kaydedilmemiş olması Mona Lisa’nın şöhretinin ilk sebebi oldu. Floransalı bir tüccarın karısından, Da Vinci’nin annesine kadar isimler üzerinde spekülasyonlar yapıldı. L. Roger-Miles bunun bir portre olmadığını, tamamen mesaj yüklü alegorik bir tablo olduğunu söylüyordu. 18. yüzyılda tablo yeniden ilgi çekmeye başladı. Bu yeni ilginin sebebi de Leonardo’nun diğer bütün eserlerinin eksik kalmasına karşın bunun bitmiş görünmesiydi. 19. yüzyıl Batı sanatında ‘ölümcül tuzak kadın’ motifinin ortaya çıktığı dönemdi. Romantizmin eseri olan bu kadının zirve örneği Mona Lisa olacaktı. Çünkü gizem yüklüydü. Güzel değildi, genç değildi. Ama Balzac’ın seveceği kadınlar gibi tecrübenin cazibesini taşıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında yazılan iki sanat yorumu Mona Lisa’yı bir daha unutulmamak üzere dünya klasiklerinin arasına kattı. Theophile Gautier 1858 yılında yazdığı eleştirisinde ‘Mona Lisa’yı Leonardo’nun bütün rüyalarının bir tür amalgamı, hatta insanlığın bütün tecrübesinin bir özeti’ olarak sunuyordu. Eski güzel kadınların tümünün bir reenkarnasyonuydu Mona Lisa: Leda, Helen, St. Anne ve hatta Cleopatra onda saklıydı. Walter Pater 1873 yılında öylesine şiirsel bir dille anlattı ki Mona Lisa’yı, bu satırlar tablonun kendisi kadar meşhur oldu. Pek çok sanat eleştirmeni şiirsel ifadelerin içeriğine katılmasa da Pater’in satırlarını aktarmadan Mona Lisa’dan bahsedemez hale geldiler. Bazıları tabloda bir şiirsellik görmeye başladı. Ama bu şiirsellik aslen tablonun değil, Pater’in şiirselliğiydi. İşin ilginci Pater tablonun sadece bir kopyasını görerek yazmıştı bu şiirsel ifadeleri. 20. yüzyıl resimden ressama geçişin yapıldığı yıllar oldu. Mona Lisa’nın gülüşü tam anlamıyla bir efsaneye dönüştü. Freud ile birlikte cinsellik ve Oedipus Kompleksi girdi devreye. Rachel Annand Taylor bu tablonun Leonardo’nun dünyaya homoseksüel olduğunu ilan ettiği tablo olduğunu iddia etti. Marksist sanat eleştirisi ise tablodaki kadınla ilgilendi: Burjuvazinin ayağa kalkışının ifadesiydi Mona Lisa. Postmodern sanat çevreleri aşkın yorumlara prim veriyordu. Mona Lisa’nın aslında Leonardo’nun kendisi olduğunu iddia etti birileri. Kabalacı çevreler Mona Lisa’yı hermafrodit ilan ettiler. İnsanlık tarihinin en meşhur tablosu işte böyle doğdu…

DAĞINIK BEYİN ORGANİZASYONU

Leonardo’nun solak olması ve notlarını sağdan sola yazması bir dizi spekülasyona sebep oldu. P. G. Aaron bu durumu ‘dağınık beyin organizasyonu’nun açıklayabileceğini söylüyor. Aaron, Leonardo’nun sol eliyle yazarken sağ eliyle çizim yapabildiğini iddia ediyor. Solakların mimarlık, dizayn, üç boyutlu şekillerin görselleştirilmesi, insan hatlarını algılama ve müzik konularında avantajları olduğu biliniyor.

Solaklar onca avantajlarına karşın dil kabiliyetleri gelişmiyor. Leonardo’nun not defteri dilbilgisi kuralları açısından tam bir felaket. Çoğu başladığı işin arkasını takip edememesi de bu beyin yapısının bir sonucu. Aynı yapı aritmetiğin de kötü olmasını dayatıyor. Nitekim Leonardo’nun basit toplama ve çarpma işlemlerinde aynı hataları peş peşe yaptığı biliniyor.

1999 yılında Leonardo da Vinci’nin Yazma ve Çizimleri adlı bir kitap kaleme alan Robert Zwijenberg, Leonardo’nun düşünebilmek için yazmak ve çizmek zorunda olduğunu ve binlerce sayfalık not defterlerinin asıl hedefinin düşünmek ve kendisiyle diyaloga geçmek olduğunu iddia ediyor. Zwijnenberg bu sağdan sola yazma davranışının solak bir insanın ıslak mürekkebe elinin değmemesi için bulduğu bir çözüm olabileceğini veya çok ilginç bir şekilde Leonardo’nun ileride yazmalarının matbaa kalıbı olarak kullanılmasını planladığının bir göstergesi olabileceğini söylüyor. Bilindiği üzere matbaalar metnin ayna görüntüsünün baskı kalıbı olarak kullanılması prensibiyle çalışıyor.

İLK BOĞAZ KÖPRÜSÜNÜN PLANI

1952 yılında Başbakanlık Arşivleri”nde bulunan bir mektup İtalyan mühendis Leonardo da Vinci’nin 1502 yılında Sultan İkinci Bayezid’e Haliç ve Boğaz’a birer köprü yapma teklifi sunduğunu gösteriyor. Leonardo’nun Altın Boynuz Köprüsü projesi zamanı için muhteşem bir mühendislik harikasıydı. Tek ayak üzerine oturtulan köprü deniz yüzeyinden 40 metre yükseklikte, halatlarla tutulan köprü kanatlarının toplamda 360 metre uzunluğa ulaştığı devasa bir plandı. Da Vinci ayrıca dubalar üzerine yerleştirilmiş bir köprüyle Asya’yla Avrupa’yı da birleştirmeyi teklif ediyordu.

Leonardo’nun İstanbul’a nasip olmayan köprü projesi 1996 yılında Norveç’te hayata geçirildi. Bugün bu köprü Norveç Leonardo Köprüsü adıyla İtalyan Rönesansının Osmanlı Devletinin yaşam felsefesinden ve ihtiyaçlarından nasıl etkilendiğinin bir göstergesi olarak kullanımdadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi şimdilerde Sultan Bayezid’in mühendisleri tarafından bazı hesap hataları içerdiği için reddedilen projeyi hayata geçirmeyi ve Haliç’e bir Da Vinci köprüsü eklemeyi planlıyorlar.

Kaynak:Aksiyon

Temmuz 24, 2008 Posted by | Diğer | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Fortis’ten Yalovalılar’a destek

‘Fortis Girişimci Kredisi’ yurt çapında yaygınlaşmaya devam ediyor

FORTİS”TEN YALOVALI GİRİŞİMCİLERE DESTEK

Fortis, ‘Girişimci Kredisi’ ile üyelerine avantajlı koşullarla kredi sunduğu meslek kuruluşlarına Yalova Ticaret ve Sanayi Odası ile Yalova Esnaf ve Sanatkarlar Odası”nı da ekledi. 13 Haziran 2006 tarihinde gerçekleştirilen anlaşmanın ardından, Fortis ile anlaşma imzalayan meslek kuruluşlarının sayısı 91″e yükseldi.

Fortis”in, ‘Girişimci Destek Kredisi’nden yararlanan kuruluşların sayısı 91″e çıktı. Yalova Sanayi ve Ticaret Odası ve Yalova Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği ile 13 Haziran 2006 tarihinde Fortis arasında gerçekleştirilen anlaşmalar sayesinde her iki odanın üyeleri de Fortis”in uygun geri ödeme koşullarına sahip, avantajlı kredilerinden yararlanabilecek.

Yalova Sanayi ve Ticaret Odası ile imzalanan anlaşma sayesinde üyeler 5.000 – 100.000 YTL, Yalova Esnaf ve Sanatkarlar Odası üyeleri ise, 3.000 – 50.000 YTL arasındaki Girişimci Destek Kredisi”nden 24 aya kadar vade ve uygun geri ödeme seçenekleri ile yararlanabilecekler. Girişimciler, kendileri için Fortis tarafından oluşturulacak limit çerçevesinde taahhüt, mal alımı ve bayilik konularında garanti vermek üzere lehlerine düzenlenmiş, 12 aya kadar vadeli Teminat Mektuplarını da temin edebilecekler.

Fortis”in ‘Girişimci Kredisi’ anlaşması imzaladığı meslek kuruluşları arasında birçok il ve ilçenin sanayi, ticaret, esnaf ve sanatkarlar odaları bulunuyor. Halen Fortis ile sözleşmesi bulunan 91 kuruluşa üye işletmeler, Fortis”in avantajlı kredi seçeneklerinden yararlanabiliyorlar.

Fortis”in bugüne kadar Girişimci Destek Kredisi anlaşması imzaladığı ticaret ve sanayi odaları ile esnaf ve sanatkarlar odalarının bulunduğu il ve ilçeler şöyle:

Adana (ATO, AESO ve AESOB), Adapazarı (ATSO ve Sakarya Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği), Afyon (ATSO ve AEO), Alanya (ATSO), Ankara (ATO, Ostim Organize Sanayi Bölge Müdürlüğü ve ANKESOB), Antakya (ATO ve HESO), Antalya (ATO ve AEO), Aydın (ATO ve AESOB), Balıkesir (BSO, BTO ve Balıkesir Bakkallar ve Bayiler Odası), Bodrum (BTO), Bolu (BTSO), Bursa (BTSO ve BESOB), Çanakkale (ÇTSO ve ÇESOB), Çorlu (ÇTSO ve ÇESOB), Çorum (ÇTSO ve ÇESO), Denizli (DTO), Diyarbakır (DTO ve DESOB), Dörtyol (DTSO), Düzce (DTSO ve DESOB) , Edirne (ETSO ve EESOB), Eskişehir (ETO), Fethiye (FTO ve FESOB), Gaziantep (GSO, GTO ve GESOB), Gebze (GTO), Hatay (Hatay Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği), İnegöl (İTSO), İskenderun .(İTSO), İstanbul (İTO, İstanbul Kuaförler Odası, İstanbul Oto Sanatkarları Odası, İstanbul Kasaplar Odası, İstanbul Matbaacılar Odası), İzmir (İZTO, İESOB ve EBSO), İzmit (İTO ve İESOB), Kahramanmaraş (KMTSO ve KESOB), Kayseri (KTO), Kırklareli (KESOB), Konya (KTO), Körfez (KTO), Kumluca (Kumluca Ticaret ve Sanayi Odası), Kuşadası (KTO, KESOB ve Söke Ticaret Odası), Lüleburgaz (LTSO), Malatya (MTSO ve MESOB), Manavgat (MTSO ve MESOB), Manisa (Manisa Sanayi ve Ticaret Odası), Manisa (Manisa Esnaf ve Sanatkarlar Birliği), Marmaris (MTO ve MESOB), Mersin (MTSO), Nazilli (NTO), Samsun (STSO ve SESOB), Şanlıurfa (ŞTSO ve ŞESOB), Tarsus TTSO), Tekirdağ (TESOB), Trabzon (TTSO ve TESOB), Uşak (UESOB), Ümraniye (Ümraniye Bakkallar ve Bayiler Odası ve Ümraniye Birleşik Esnaf ve Sanatkarlar Odası) Yalova (YSTO ve YESO).

Temmuz 6, 2008 Posted by | Bankacılık | , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

İskenderun felç oldu

Hatay Valisi Ahmet Kayhan, İskenderun’un, 5,5 saat aralıksız süren ve metre kareye 170,6 kilogram yağış düşen tarihinin en şiddetli sağanağı nedeniyle adeta felç olduğunu bildirdi. Hatay Valisi ve Kriz Merkezi Başkanı Kayhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sağanak yağış ve selle dağlardan gelen taş ve toprak nedeniyle 10’a yakın mahallede önemli hasar meydana geldiğini ve evlerle iş yerlerinin sular altında kaldığını söyledi.

Feyazan kanalı bentlerinin bir bölümünün yıkılmasının selin etkisini artırdığını kaydeden Kayhan, hasar tespit çalışmalarının sürdürüldüğünü belirtti. Kayhan, şöyle devam etti: ”Olayın ardından İskenderun’a geldim. Kaymakam Cengiz Horozoğlu ve Emniyet Müdürü Osman Çapalı ile değerlendirme yaparak kriz masasını oluşturduk. Adana, Osmaniye, Antakya ve Kahramanmaraş’tan gelen vidanjör ve motopomplarla ev ve iş yerlerindeki suları boşaltmaya çalışıyoruz. Özellikle Pınarbaşı, Dumlupınar, Numune, Meydan, Muradiye, Piri Reis, Gürsel ve Mustafakemal mahallelerinde ev ve iş yerleri bulunan vatandaşlar çok mağdur oldular.”

Kızılay’ın çok duyarlı davranarak, İskenderun’a 5’er bin battaniye, yatak, kumanya, su ve 500 çadır gönderdiğini söyleyen Kayhan, TEDAŞ, DSİ ve Karayolları bölge müdürlükleri ve İller Bankası yetkililerinin, personelin izinlerini iptal ederek, yoğun çalışma başlattığını kaydetti. Bu arada, yarın, 5 Temmuz Stadı’nda Lig (B) 5. Grup takımlarından İskenderun Demirçelikspor-Şanlıurfa Belediyespor karşılaşmasının yapılacağı bildirildi.

Temmuz 1, 2008 Posted by | Akdeniz | , , , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Komşu kızını hamile bıraktı

Hatay’ın Dörtyol ilçesine bağlı Payas beldesinde küçük yaştaki bir kızla cinsel ilişkiye girerek, hamile bıraktığı gerekçesiyle gözaltına alınan lise öğrencisi tutuklandı.

Alınan bilgiye göre, önceki akşam, aniden rahatsızlanan F.K. (16), karın ağrısı şikayetiyle Dörtyol Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Yapılan incelemeler sonucu 8 aylık hamile olduğu belirlenen genç kızın, doğum sancısı çektiği anlaşıldı.

Bir erkek çocuk dünyaya getiren F.K’nın komşusunun oğlu H.T. (18) ile cinsel ilişkiye girdiği belirtildi. Lise son sınıf öğrencisi H.T, staj gördüğü hastanede gözaltına alındı.

H.T, sorgulamasının ardından çıkarıldığı nöbetçi mahkemece tutuklanırken, F.K’nın dünya gelen erkek bebeği ise Antakya Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.

Temmuz 1, 2008 Posted by | Akdeniz | , , , , , , , , , , , | Yorum bırakın

Dayaktan bıktı çatıya çıktı

ANTAKYA’da 41 yaşındaki Güner İnişte, birlikte yaşadığı 50 yaşındaki Nuri B.’den alışveriş yapmak için 10 YTL isteyince feci şekilde dövüldüğü iddiasıyla intihara kalktı.

Saat 14.00 sıralarında Armutlu Mahallesi’ndeki 2 katlı evin çatısına çıkan Güner İnişte, damdan sarkarak intihar etmek istedi. Vatandaşların ihbarı üzerine olay yerine gelen polisin ikna ettiği 3 çocuk annesi İnişte, Antakya Devlet Hastanesi’ne götürüldü. İnişte, neden intihar etmek istediğini soran gazetecilere, Eskişehir’de otururken şiddetli geçimsizlik nedeniyle kocası ve 3 çocuğunu terk ederek Antakya’ya geldiğini, burada birlikte yaşamaya başladığı Nuri B.’nin dayaklarından bıktığını söyledi.

Son olarak Nuri B.’nin alışveriş için 10 YTL isteyince saçlarından sürükleyip tekme tokat dövdüğünü ileri süren İnişte, ‘Aslında ilk günler bana çok iyi baktı. Onu ziyaretime gelen üvey kız kardeşimle yatakta sevişirken yakaladım. Çok tepki gösterdim. O olaydan sonra herhangi bir bahane ile beni dövmeye başladı. Dayaktan bıktığım için ölmek istedim’ dedi.

İnişte, şikayetçi olması halinde Nuri B.’nin yine kendisini döveceğini, sığınacak kimsesinin olmadığını belirterek, şikayetçi olmadı.

Haziran 30, 2008 Posted by | Akdeniz | , , , , , | Yorum bırakın